I. İKİ çocuk annesi kadın, beyninde habis bir ur olduğunu öğrenir. Doktor olduğu için tedavi sürecinin olumsuzluklarını ve kendisini bekleyen sonu bilmektedir. Ölmekten değil, çocuklarını hiç bilmediği birine bırakmaktan korkar. Bu yüzden iyi bir üvey anne arayışına girer. Bulduğu müstakbel anneyi, kocası ile tanıştırır. Korktuğu bir başka şey ise çocuklarının gözü önünde yavaş yavaş ölmektir. Bu nedenle kocasıyla bir şekilde aralarının bozulmasını sağlar ve evi terkeder. Ölüm öncesi süreci, çocuklarının kendisi öldükten sonraki hayatını planlayarak geçirmek niyetindedir. II. Çocuk sahibi olması imkansız olduğu için çok üzülen bir kadına en yakın arkadaşı “Ben senin çocuğunu doğururum” der. Karı-koca’nın döllenmiş yumurtası, bu yakın arkadaşın rahmine yerleştirilir. Biri genetik, biri “kiralık rahim” olmak üzere iki annesi olacaktır çocuğun. İlk başlarda her şey güllük gülistanlıktır. Ama doğumdan sonra işler karışır. İki kadın da çocuktan vazgeçmek istemez ve kıyasıya bir mücadele başlar.
...
Yukarıda bahsi geçen hikayeler, kış sezonunda yayımlanan iki TV dizisine ait. Her ikisinde de “aşırı merhametli” ve “fedakar” anne tipleri çiziliyor. Ama bu anneler çocuk sevgisinde, hem kendilerinin hem de çocuklarının kaderini yazacak kadar ileri gitmiş durumdalar. Anneliğin bu ‘fedakarlık’ ile patolojik takıntı arasında salınan sunumu, geç modern dönemde kadın ve annelikle ilgili yaygın anlayışları dikkate alan bir analiz gerektiriyor.
Hemen her dinde ve kültürde kutsal kabul edilen anneliğin, modern dönemde kazandığı konum, sanayileşme, milliyetçilik, modern tıp ve yeni eğitim anlayışından bağımsız değerlendirilemez. Sanayileşme, ev ile iş (fabrika) arasında kesin bir ayrım yaptığında, ailenin, dolayısıyla kadının üretici rolü ortadan kalktı. Özellikle burjuva devriminin ilk dönemlerinde kadın için biçilen konum, mutfak tezgahının arkası idi. Çalışmayan aristokratik kadın eleştirilirken, evinde çocuklarına bakan, evcimen kadın ideali yükseltildi.
Modern ulus-devletin ortaya çıkışı ise “yeni anne”yi; geleneksel metotlarla değil, yeni tıp teknolojilerinin ışığında, yeni eğitim metotlarını kullanarak, yeni vatandaşı yetiştiren “anne kadın”ı ön plana çıkardı. Modernlikle birlikte anne, adeta laik bir kült nesnesi haline geldi. Batı dışı toplumların modernleşme sürecinde, “eğitilmiş anne”nin, yeni ulusun inşasında nasıl vazgeçilmez bir konum kazandığını Türk modernleşmesinden de biliyoruz.
Psikoloji ve pedagojinin, çocukluğu, insan hayatında denetlenmeye muhtaç ayrı bir dönem olarak belirlemesi de annenin bu vazgeçilmez konumunu pekiştirdi. Çocukluğun ilk yıllarında anne ile kurulan ilişkinin ruh sağlığı açısından önemi vurgulandı. Bu vurgu, kadına bir taraftan önemli bir konum bahşederken, diğer taraftan daha önceleri mahalle, büyük aile, lonca ve genel ahlakı vazeden din adamları gibi farklı merciler tarafından paylaşılan bir görevi, sadece annenin üzerine yıktı.
Birkaç yüzyıl öncesine bakıldığında, kadınların böyle vurgulu bir annelik tanımı içine sıkıştırılmamış olduğu görülür. Bugün de hâkim olan çocuk merkezli aile anlayışı ve çocuğun bütün eğitiminden ve kişiliğinden sorumlu anne imajı nedeniyle, böyle bir anne-çocuk ilişkisini tarihsel değil, doğal bir durum olarak algılıyoruz. Oysa kimliklerin etnisite ve cinsiyet üzerinden yapılmadığı bir dönemde, kadınlar çocuk dünyaya getiriyor ve bakıyor, ama bunun üzerinden bir kimlik tanımlamasına maruz kalmıyorlardı. Mesela 18. yüzyıla kadar Batı’da yumuşak, tam mesaili anne imajı icat edilmemişti. (N. Armstrong, Inventing Maternity) Kasaba ve şehirlerde kadınlar aile içi üretimle meşgul olduklarından, köylü kadınlar tarlada çalıştıklarından, tek mesaileri çocuk bakımı değildi. Aristokrat kadınlarsa zaten hizmetçi ve dadılara emanet etmişti çocuklarını. Zannettiğimizin aksine anneler, çocuklarıyla çok zaman geçirmiyorlardı. Ama bugün özellikle Freud sonrası psikoloji ve sosyoloji, çocuğun gelişiminde anne-çocuk ilişkisinin önemini vurgulamakta ve böylece kadının annelik rolü ile ilgili yeni gerekçeler ortaya konulmaktadır.
Aslında kadınlar önceki dönemlere göre daha az çocuk dünyaya getiriyorlar. Hazır gıdalar, biberonlar, kağıt bezler gibi kolaylıklar nedeniyle bakımlarına daha az zaman ayırıyorlar. Ama annelik, iki yüzyıl öncesinde var olmadığı şekilde merkezî bir rol olarak tanımlanıyor. Biyolojik rolü azaldıkça, duygusal ve psikolojik açıdan vurgulanan annelik, diğer insan aktiviteleri ve ilişkileri içine yedirilmiş bir şekilde çıkmıyor karşımıza. Müstakil bir rol olarak tanımlanıyor. (N. Chodorow, The Reproduction of Mothering)
Tüketici ev kadınlığı ise kapitalist ekonominin bu yeni anneye yüklediği bir başka önemli boyut. Özellikle 1950’lerin Amerikan hayat tarzında kendisini gösteren, yeni teknolojilerin ve piyasanın en sadık müşterisi olan neşeli, koket, gülümseyen, konfor mucizeleriyle mutlu olan kadın imgesi, bu fedakar anne imgesi ile birleşir. Ve bu fedakarlık, çocuğunun hayatını bir projeye dönüştürme, bir ürün gibi bu hayatı yönetmeye kadar varır. Sadece kendi çocuğunun annesi olan, bütün duygusal yatırımını çocuğu üzerine yapan, atalarımızın dediğinin hilafına, çocuğuna hem taht hem de baht hazırlamaya çalışan patolojik bir anne tipi çıkar ortaya.
Hayatı programlama öyle bir raddeye varır ki, adeta ölümden sonrasını da planlamaya girişir, ilk hikayedeki gibi anneler. Modernlik ölümü hayattan kovma üzerine kuruludur; insanlar yataklarında değil, hastanelerde; yaşlılarsa bakımevlerinde ölürler. Mutlu ve huzurlu hayatın ortasına bir karabasan gibi çökmesine izin verilmez ölümün. Bu anlayış en bariz ifadesini, çocukların ölüleri görmesine izin verilmemesinde bulur. Onlar ölüm gölgesi düşmeden yaşamalıdırlar hayatı. Bu anlayışa uygun bir şekilde kahramanımız da her daim genç ve sağlıklı bir anne olarak yaşamak ister, çocuklarının hayalinde. Sağlık ve gençlik -buna güzellik de ilave edilebilir-, modern insanın hayat görüşünün özeti gibidir.
İkinci hikayedeki kadın ise kendi genlerinden bir çocuk sahibi olmakta, kadere isyan edecek kadar ısrarlıdır. Yeni biyo-teknolojilerin sağladığı imkanlarla ikinci dalga feminist hareketin ideali olan “biyoloji kader değildir” anlayışını tam tersi yönde uygulamaya kalkışır. Feministler bunu çocuk doğurma zorunluluğundan kurtulmak adına bayraklaştırmışlardı, kahramanımız ise anne olmak üzere son teknolojiyi kullanarak biyolojisine teslim olmamaktadır. Oysa kiralık rahim uygulaması, nesebin karışması bir yana, kadınlar arasında, çocuk sahibi olanlar ve onlar için parasıyla çocuk dünyaya getirenler, çocuk doğuran köleler şeklinde bir sınıfsal ayrıma da yol açabilecek bir uygulamadır.
Allah’ın rahmet ve yaratıcılık sıfatlarının tecelli ettiği mahal olan anneliğin, bir taraftan Firavun’un Hz. Musa karşısındaki “Ben de yaşatır ve öldürürüm” iddiasına benzer bir iddia ile çocuk sahibi olmaya evrilmesi -ki bu kapitalist mülkiyet anlayışından da beslenen bir saik-, diğer taraftan çocukların hayatını bir proje imişçesine yöneten, onların bütün hayatlarını korunaklı bir duvar ile ören bir uygulamaya dönüşmesi, hem bugünümüz hem geleceğimiz açısından üzerinde düşünülmesi gereken bir süreç.
Paylaş
Tavsiye Et