22 TEMMUZ seçimleri sonrasında Türkiye’nin gündemini meşgul eden temel konulardan biri de, sivil ve demokratik yeni bir anayasanın yapımı meselesi oldu. Sivil ve demokratik bir anayasanın yapımı tartışmalarının geniş sayılabilecek bir çevrede heyecan uyandırması ve destek bulmasının önemli sebeplerinden biri, parlamento sandalyelerinin büyük çoğunluğunu elde eden AKP’nin seçim beyannamesinde bu yönde açık bir taahhüdün yer alması, buna ek olarak, MHP’nin de seçim beyannamesinde özgürlük alanlarının genişletildiği, özgürlükler önündeki engellerin kaldırıldığı bir anayasa değişikliğinden söz etmesiydi. Öte yandan, parlamentoda temsil gücü elde edememiş olmakla birlikte DP de seçim beyannamesinde yeni bir anayasanın yapımı sürecini teşvik edeceği taahhüdünde bulunmaktaydı. Bütün bu sebeplerle sivil ve demokratik bir anayasanın yapımı tartışmaları hiç değilse bu aşamada kamuoyundan olumlu tepkiler alarak, siyaset yelpazesinin farklı noktalarında yer alan pek çok kesim tarafından heyecan uyandırıcı bir gelişme olarak değerlendirildi.
Türkiye’nin Sivil ve Demokratik Bir Anayasaya İhtiyacı Var mı?
Bu soruya cevap verebilmek için sivil ve demokratik anayasa kavramının tanımının yapılması gerekir. Bu kavramlar, bir anayasanın yapım sürecinde izlenen yöntemle olduğu kadar, anayasanın içerdiği hükümlerin niteliğiyle de ilişkilidir. Bir anayasanın yapım süreci yönünden sivil ve demokratik olarak tanımlanabilmesi için, o anayasanın serbest ve yarışmacı seçimlerle belirlenen, halkın gerçek temsilcilerinin yer aldığı bir organ tarafından hazırlanması gerekir. Anayasanın içeriği yönünden sivil ve demokratik olarak tanımlanabilmesi ise devlet iktidarını sınırlayan etkin kurallara ve mekanizmalara yer vermesi, bireyin hak ve özgürlüklerini geniş bir biçimde tanımlamak suretiyle bu hakları devletin üstün otoritesi karşısında koruyacak anayasanın üstünlüğü, hukuk devleti, yasama ve yürütme işlemlerinin hukuka uygunluk denetimi ve bu denetimi yapacak olan yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı gibi temel güvenceleri içermesini gerektirmektedir. Böylece devlet iktidarının keyfi ve sınırsız kullanımı önlenerek, bireylerin geleceğe güvenle bakabilecekleri bir hukuk düzeninin kurulması sağlanacaktır. Nitekim anayasacılığın 18. yüzyıldan bu yana temel amacı, devletin üstün otoritesi karşısında, zayıf durumda olan bireyi korumak düşüncesiyle, bir yandan devlet otoritesine etkili sınırlar getirmek diğer yandan da bireye giderek genişleyen, çeşitlenen ve güçlenen özgürlük alanları yaratmak olmuştur. Bu açıklamalar çerçevesinde Cumhuriyet anayasaları değerlendirildiğinde, bunların hiçbiri, yapımında izlenen yöntem nedeniyle sivil ve demokratik olarak tanımlanmaya elverişli değildir.
Hatırlanacağı gibi 1924 Anayasası, tek parti hâkimiyetinin mevcut olduğu ve içinde muhalif grupların da yer almadığı, İkinci TBMM tarafından hazırlanmıştır. Üstelik İkinci TBMM’nin oluşumunu sağlayan seçimler, serbest ve yarışmacı bir ortamda cereyan etmediği gibi, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmaması nedeniyle genel oy ilkesine de dayanmamaktaydı. 27 Mayıs müdahalesinin ardından kabul edilen 1961 Anayasası ise bir kanadında bu müdahaleyi gerçekleştiren askerî liderlerin -Milli Birlik Komitesi (MBK) üyeleri- diğer kanadında ise serbest ve yarışmacı seçimlerle belirlenmeyen sivillerin yer aldıkları bir Kurucu Meclis tarafından hazırlanmıştı. Bu Kurucu Meclis’in Temsilciler Meclisi olarak adlandırılan sivil kanadında CHP ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)’nin temsilcileri ile basın, üniversiteler ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarınca belirlenen üyeler bulunmaktaydı. MBK yönetimince kapatılan ve müdahale öncesindeki seçmen desteği %50’ye yaklaşan DP temsilcileri ise Kurucu Meclis’te yer almamışlardı. Bütün bu sebeplerle içerdiği hükümler nedeniyle Cumhuriyet’in en liberal ve demokratik anayasası olarak tanımlanan 1961 Anayasası, yapım süreci dikkate alındığında tıpkı selefi gibi sivil ve demokratik olmaktan uzaktı. Nihayet 12 Eylül müdahalesinin ardından kabul edilen 1982 Anayasası da halkın gerçek temsilcilerinin yer almadığı bir organ tarafından hazırlanmıştır. Bu Anayasa’yı hazırlayan Kurucu Meclis’in bir kanadında, müdahaleyi gerçekleştiren Milli Güvenlik Konseyi (MGK) üyeleri, Danışma Meclisi olarak adlandırılan diğer kanadında ise MGK’nın doğrudan doğruya veya dolaylı olarak seçtiği üyeler bulunmaktadır. Bu nedenle, 1982 Anayasası da yapım süreci yönünden sivil ve demokratik olarak tanımlanmaya elverişli değildir.
İçerikleri yönünden değerlendirdiğimizde ise bu anayasaların her birinin özünde demokratik olmakla birlikte, çeşitli kusurlarının olduğu da söylenebilir. Bunlardan 1924 Anayasası çoğulcu değil çoğunlukçu demokrasi anlayışına sahip olması nedeniyle, iktidar yetkilerini sınırlayan etkin mekanizmalara yer vermemiş; bireysel özgürlükleri ayrıntılı bir biçimde tanımlamayarak, bu özgürlükleri devlet otoritesi karşısında güvencesiz bırakmış; her şeyden önemlisi, çoğulcu bir demokrasinin gereği olan iktidar-muhalefet ilişkilerini dengeleyecek kuralları ihmal ederek, azınlıkların çoğunluğa dönüşmesini imkansızlaştıran bir siyasal ortamın zeminini yaratmıştır. Nitekim 27 Mayıs müdahalesi diğer sebepler yanında, Anayasa’nın bu çoğunlukçu doğasının eseri olmuştur. 1961 Anayasası ise çoğulcu demokrasiyi inşa eden pek çok yeniliğe yer vermiştir. Hukuk devletinin tüm mekanizmalarıyla inşası, bu çerçevede anayasa yargısının oluşturulması, yargı bağımsızlığının tüm icaplarıyla gerçekleştirilmesi, geniş ve ayrıntılı bir özgürlükler listesinin tanınması ve garanti altına alınması, güçlü ve dinamik bir sivil toplumun teşviki, bu yeniliklerden bir kısmıdır. Ne var ki, Anayasa’nın yürürlüğe girmesini takiben Türkiye’nin geçirdiği hızlı sosyo-ekonomik değişikliklerin yol açtığı siyasal ve sosyal hareketlilik, Soğuk Savaş yıllarının sağ ve sol eğilimli siyasal gruplar üzerindeki kutuplaştırıcı etkisi, siyasal elitin iktisadi ve siyasi krizleri çözme konusundaki gönülsüzlüğü yahut bu sorunların çözümünün gerektirdiği uzlaşma yeteneğinden yoksun olması ve hepsinden önemlisi, terör ve şiddet olaylarının önlenemez yükselişi, bu Anayasa’nın da sonunu hazırlamıştır. Bütün bu sorunları 1961 Anayasası’nın liberal zihniyetinin sonucu olarak değerlendiren 12 Eylül liderleri, sorunların çözümü için liberal değil yasakçı, demokratik değil otoriter bir anayasanın yapımına odaklanmışlardır. Böylece 1982 Anayasası, özellikle 1970’lerin ikinci yarısına hâkim olan siyasal krizlerin, elitler arası uzlaşmazlığın ve şiddet olaylarının aşındırdığı devlet otoritesini güçlendirmek amacıyla bireyi devlet karşısında değil, devleti birey karşısında korumaya yönelik bir zihniyetle kaleme alınmıştır. Bu nedenle devlet yetkilerini sınırlayan değil, bu yetkileri güçlendiren; bireyin özgürlüklerini geniş olarak tanımlamak ve bunları güvence altına almak yerine, bu özgürlükleri çeşitli kavramlarla sınırlayan bir belge olmuştur. Bu yüzden 1982 Anayasası sadece Türk kamuoyunda değil, uluslararası düzeyde de ciddi eleştirilere konu olmuştur. Bir yandan bu eleştirilerin, diğer yandan demokratik değerlerin küresel yükselişinin etkisiyle ve Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin yarattığı yükümlülükler neticesinde, Anayasa 1987’den 2006’ya kadar 13 değişiklik geçirmiş; bütün bu değişiklikler, Anayasa’nın otoriter ve yasakçı özünün tasfiyesinde önemli bir role sahip olmuştur. Bu değişikliklere rağmen Anayasa’nın demokrasinin evrensel değerleri ve hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayan çeşitli düzenlemelerinin olduğu bilinmektedir. Bundan başka, Anayasa’nın yasama, yürütme ve yargıyı düzenleyen hükümlerinin de parlamenter bir demokrasinin icapları dikkate alınarak yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Nihayet Anayasa’nın bireysel özgürlükleri düzenleyen hükümleri de Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmalardan doğan yükümlülükleri ile insan hakları alanının uluslararası düzeyde değişen ve güçlenen içeriği dikkate alınarak, daha liberal ve demokratik bir anlayışla yeniden kaleme alınmalıdır. Bu amaçların, münferit değişikliklerle gerçekleşmesi pek muhtemel görünmemektedir. Bu nedenle, 1982 Anayasası’nın ilk üç maddesinde yer alan temel değerler korunmak suretiyle diğer hükümlerinin yeni baştan kaleme alınmasını hedefleyen sivil ve demokratik bir anayasanın yapımı süreci, toplumun geniş kesimlerinde heyecan uyandıracak bir girişim gibi görünmektedir. Bu girişimin, toplumun tüm kesimlerinin beklentilerini serbestçe ifade ettikleri müzakereler ve pazarlıklar neticesinde uzlaşmaya dayanan bir metnin kabulüyle sonuçlanması, Türkiye açısından büyük bir yeniliği ifade edecektir. Böylece, Cumhuriyet Türkiye’si ilk defa, gerçekten toplum sözleşmesi olarak tanımlanabilecek bir anayasa metnine kavuşacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et