DEMOKRATİK bir anayasa düzeninin temel unsurlarından biri, o anayasa düzeninin hukuk devleti ilkesine dayanmasıdır. Tıpkı bireyler gibi, devletin üç temel organının da hukuka uygun davranmakla yükümlü olduğu bir sistemin kurulmasını hedefleyen bu ilkenin asıl amacı, bireyi devletin üstün otoritesi karşısında korumaktır. Devletin hukuk ile sınırlanması, yasama, yürütme ve yargı süreçlerinin keyfiliğini önleyeceğinden, bu süreçlerin önceden öngörülebilir sınırlar içinde cereyan etmesini sağlayacaktır. Bu ise bireye, geleceğe güvenle bakma ve gelecekten endişe duymama güvencesini sunacaktır. Hukuk devletinin kurumsallaşması ise anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığının yerleşmesi, yasama ve yürütme işlemlerinin hukuka uygunluğunun bağımsız ve tarafsız yargı organlarınca hukukun sınırları içinde denetlenmesi ile mümkündür. Demokrasinin temel amacı da devlet-birey ilişkisinde, doğası gereği daha üstün konumda olan devlet otoritesini sınırlamak, bu otoritenin kullanımını keyfilikten uzaklaştırmak, bireye geniş haklar sunarak bunları anayasal güvencelerle güçlendirmek olduğuna göre, hukuk devleti ile demokrasi arasında zorunlu bir ilişki olduğu açıktır. Diğer bir deyişle bir anayasa düzeni, demokrasinin diğer unsurlarına yer verse dahi hukuk devleti mekanizmalarını içermemesi halinde, o anayasa düzeninin demokrasiyi inşasına olanak bulunmayacaktır. Nitekim ulus-üstü düzeyde demokrasi geleneklerinin kökleştiği bir yapının oluşumunu hedefleyen Avrupa Birliği’nde, üyelik başvurusunda bulunan devletlerin hukuk devletinin tüm mekanizmalarını ulusal anayasa düzenlerinde pekiştirmiş olmaları, üyelik sürecinde ilerlemenin ön şartları arasında kabul edilmektedir. Bu nedenle Kopenhag Kriterleri olarak tanımlanan kriterlerin siyasi boyutu, adaylık sürecindeki devletlere hukuk devleti olmanın icaplarını yerine getirme yükümlülüğü yüklemektedir. 2004’te yayımlanan İlerleme Raporu’nda, Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri’ni yeterince yerine getirdiği saptanmak suretiyle, müzakerelere başlamasının önü açılmıştır. Bu gelişme Türk ve dünya kamuoyunda, Türk demokrasisinin pekişmiş bir demokrasiye dönüşmekte olduğu yönünde iyimser bir beklenti yarattığı halde, 11. Cumhurbaşkanı’nın seçimi süreci ve bu süreçte temel aktörlerin sergilediği davranışlar, bu iyimserliği önemli ölçüde aşındırmıştır.
Bu süreçte, Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve bağlayıcılığının en üstün değer olmadığını, hukukun gerektiğinde siyasi amaçlar için feda edilebileceğini gösteren ilk uygulama, Anayasa Mahkemesi’nin 1 Mayıs 2007’de açıkladığı karar olmuştur. Bu kararında Yüksek Mahkeme, Anayasa’nın lafzına ve ruhuna aykırı olarak cumhurbaşkanlığı seçimi için yapılacak oylamalarda toplantı yetersayısının, üye tamsayısının üçte ikisi olması yolundaki davacı istemini isabetli bularak, 27 Nisan 2007’de yapılan birinci oylamanın yürürlüğünün durdurulmasına hükmetmiştir. Anayasa’nın 96. maddesi gereğince, toplantı yetersayısının cumhurbaşkanlığı seçimi dahil TBMM’nin her toplantısı için 184 olması gerektiği konusuna daha önceki yazılarımda (10 Nisan Yeni Şafak, 4 Mayıs Zaman) yer verdiğimden, bu konuya burada değinilmeyecektir. Mahkeme’nin bu kararını Anayasa’ya aykırı kılan bir başka husus da, karar metninde yer alan “yürürlüğün durdurulması” ifadesidir. Anayasa’nın, Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini düzenleyen 148. vd. maddeleri, Mahkeme’ye yürürlüğün durdurulması yetkisini vermediği halde Yüksek Mahkeme 1990’lardan bu yana pek çok kararında yürürlüğün durdurulmasına hükmetmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, Anayasa’ya aykırı olsa da, Anayasa’nın 153. maddesi nedeniyle kesin olup, herkes için bağlayıcıdır. Böylece bu kararla birlikte sadece 11. Cumhurbaşkanı’nın seçimi değil, daha sonraki cumhurbaşkanlarının seçim süreçleri de parlamentodaki üçte birlik bir azınlığın vetosuna mahkum edilerek, neredeyse imkansızlaştırılmıştır. Bu imkansızlığı aşmak üzere TBMM’nin gündemine alınan anayasa değişikliği paketi ise, bu kez de bu paketin yürürlüğünü engellemek arzusuyla, hukuki mesnetten yoksun tartışmalarla gölgelenmiş; bu tartışmalar çerçevesinde Türk kamuoyunun hukukun üstünlüğüne olan güveni biraz daha aşınmıştır.
Bu tartışmalardan biri, TBMM’-nin 4 Mayıs 2007’de erken seçim kararı aldığı, böylece hukuki varlığını kaybettiği; hukuki varlığını kaybetmiş olan bir parlamentonun anayasa değişikliği yapamayacağı şeklindedir. TBMM, Anayasa’nın 77. maddesi gereğince bir erken seçim kararı almıştır. Bu maddenin 3. fıkrası şu hükme yer vermektedir: “Yenilenmesine karar verilen Meclis’in yetkileri, yeni Meclis’in seçilmesine kadar sürer.” Bu hüküm karşısında TBMM’nin hukuki varlığını kaybettiği iddiası tümüyle mesnetsizdir. Seçim sonuçlarının açıklanmasını takiben, yeni TBMM kuruluncaya kadar mevcut TBMM anayasa değişikliği dâhil olmak üzere, Anayasa’nın 87. maddesinin kendisine verdiği tüm yetkileri kullanabilecektir.
Aynı çerçevede öne sürülen bir başka iddia da 6 Mayıs 2007’de 11. Cumhurbaşkanı’nın seçimi için yinelenen birinci oylamayı takiben Sayın Gül’ün adaylıktan çekilmesi üzerine, TBMM seçimlerinin Anayasa’nın 102. maddesi gereğince derhal yenilenmesi, bu yenileme kararının da Yüksek Seçim Kurulu (YSK) tarafından alınması gerektiği biçimindedir. Anayasa’nın 102. maddesi dördüncü oylamada da cumhurbaşkanının seçiminin gerçekleşememesi halinde TBMM seçimlerinin derhal yenilenmesi gerektiğini hükme bağlamaktadır. Maddede yer alan derhal seçim müeyyidesinin ortaya çıkması için cumhurbaşkanının seçiminde dördüncü oylamanın da yapılıp, seçimin sonuçsuz kalması gerekmektedir. Oysa, Mahkeme’nin 1 Mayıs 2007 tarihli kararının neticesi olarak, TBMM 11. Cumhurbaşkanı’nın seçiminde birinci oylamayı dahi yapabilmiş değildir. Öte yandan, derhal seçim kararının YSK tarafından verileceği iddiası da tümüyle mesnetten yoksundur. Anayasamızın 79. maddesi gereğince YSK, seçim sürecindeki işlerin hukuka uygunluğunu denetlemekle yetkili kılınan bir yargı organıdır. Anayasa’nın bu maddesi, YSK’ya 102. madde gereğince derhal seçimin gerektiği durumlarda, bu seçimin tarihini tespit yetkisi vermemektedir. Kamu organ ve makamlarının ancak Anayasa ve kanunların kendilerine tanıdıkları yetkiyi kullanabilecekleri, temel bir kamu hukuku prensibi olup; Anayasamızın 6. maddesinde de açıkça hükme bağlanmıştır. Bu maddeye göre: “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”Nihayet öne sürülen son bir iddia da, Cumhurbaşkanı’nca incelenmekte olan anayasa değişikliği paketinin yürürlüğe girmesi halinde, bu değişikliğin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilebileceği şeklindedir. Oysa Anayasa’nın 148. maddesi, Anayasa Mahkemesi’ne anayasa değişikliklerini sadece şekil yönünden denetleme yetkisi vermiş, şekil denetimini ise, teklif ve oylama çoğunluğu ile ivedilikle görüşme yasağı (en az iki kez görüşme kuralı) ile sınırlandırmıştır. Bu düzenleme karşısında Anayasa Mahkemesi’nin, bir başvuru olması halinde dahi anayasa değişikliğini şartları varsa, sadece şekil yönünden denetleme yetkisi mevcut olacaktır.
Yerleşik parlamenter demokrasiler bakımından kolayca karara bağlanacak cumhurbaşkanlığı seçiminin, Türkiye’de hukuk devletini sarsacak, Türk demokrasisinin dünya kamuoyu önünde saygınlığını kaybettirecek, anayasal dayanaktan yoksun hukuk savaşlarına yol açması hüzün vericidir. Unutmamak gerekir ki, bir demokrasinin yaşayabilirliğini gösteren önemli kriterlerden biri, onun anayasal olarak pekişmiş olmasıdır. Bu ise, tüm aktörlerin, çatışmaların çözümünün hukuk kurallarına tabi olması ve bu çözümlerin hukukun sınırları içinde kalması gerektiğini benimsediklerinde mümkün olabilecektir.
Paylaş
Tavsiye Et