TEVRAT’TA anlatılan bir kıssa vardır. İki kadın aynı çocukla ilgili annelik iddiasında bulunur. Dava Hz. Süleyman’a kadar intikal eder. Hz. Süleyman, gerçek anneyi tespit etme imkanları olmadığı için çocuğu kılıçla ikiye bölmeyi teklif eder. Kadınlardan biri hemen davadan vazgeçer. Hz. Süleyman çocuğu, davadan vazgeçen kadına verir. Çünkü ancak çocuğun zarar görmesini istemediği için hakkından vazgeçen kadın, gerçek anne olabilir. Brecht ise “Kafkas Tebeşir Dairesi” adlı oyununda biyolojik annenin değil, çocuğu büyüten kadının, çocuğun canı yanmaması için davadan vazgeçtiği bir hikaye anlatır. Valinin karısı, çocuğu hizmetçiye bırakıp kaçar. Yıllar sonra geri döner ve çocuğun kendisinin olduğunu iddia eder. Hâkim ise tebeşirle bir daire çizer ve çocuğu, onu kendi tarafına çekmeyi başaran kadına vereceğini söyler. Çocuğu büyüten hizmetçi kadın, zarar vermekten korktuğu için çocuğun kolunu bırakır. Hâkim çocuğu, ona emek veren hizmetçi kadına verir. Brecht bir Çin hikayesinden mülhem bu hikayedeki sembolizm üzerinden, emeğin hak sahibi olduğunu vurgular.
...
Her iki durumda da kadınlar haklı oldukları bir davadan, sevdikleri, korudukları bir varlık zarar görmesin diye vazgeçerler. Onlar için haklı olmak değil, hayatı korumak daha önceliklidir. Bu durumu, her ne kadar ikinci hikayedeki kadın bakıcı-anne de olsa, annelikle bağlantılı olarak değerlendirmek mümkündür. Bu açıdan bakıldığında bütün kadın davranışları, “annece düşünme” çerçevesinde şekillenir denilebilir. “Annece düşünme”de hâkim olan husus, bakım etiği ve hayata saygı prensibidir. Bu nedenle kadınların muhakemelerinde, gündelik dünyaya dönük temel bir saygı ve çevresel bir bağlam hâkimdir. Yani kadınlar, çevresel seslerin konumunu ve önemini kabullenmeye, çeşitlilik ve gerçekliklerin değerini kabul etmeye erkeklerden daha gönüllüdürler.
Kadınlar ve erkekler arasındaki bu tavır farklılığını, toplumsal ve kültürel düzeyden daha ileri götüren ve ahlaki tavır alışta kadınla erkek arasında temel bir farklılık olduğunu iddia edenler de var. Mesela Carol Gilligan, yukarıda bahsi geçen ve Tevrat’ta yer alan kıssadaki kadının tavrı ile Hz. İbrahim’in Allah’ın emri doğrultusunda oğlunu kurban etmeye razı oluş tavrını karşılaştırır. Ona göre bu iki tavır, tipik kadın ve erkek tavrı olarak analiz edilebilir. Buna göre, kadınlar hayat uğruna hakikati feda etmeyi göze alırlar. Nitekim anne, haklı olduğu halde sadece çocuğun hayatı tehlikeye girmesin diye hakkından vazgeçer. Tam aksine erkeklerse hakikat (Tanrı’nın emri) için hayatı feda etmeyi göze alırlar. Nitekim Hz. İbrahim, Allah’ın emrini yerine getirmek için oğlunu öldürmeye teşebbüs eder. “Yani” der Gilligan, “kadınlar hayatı, erkeklerse kuralları, emirleri ya da bunlarda var olduğunu düşündükleri hakikati, ilkeleri öncelerler.”
Ahlaki davranışların niteliğini araştıran Gilligan, bu iki kıssaya da atıfta bulunarak etik tepkilerin, kadınlar ve erkekler arasında önemli ölçüde farklılaştığını söyler. Ona göre kadınlar, ahlaki kararlarını haklar çerçevesinde almaktan ziyade, ilişkiler çerçevesinde alırlar. Yani “kadınların ahlaki karar alma süreçleri, bağlam odaklı olarak şekillenir.” (In a Different Voice, 1982).
Aydınlanmanın tabiata hâkim olma iddiasındaki egemen özne yaklaşımına karşı, kadınların emperyalist olmayan, yaşam yanlısı ve yaşamın somut ayrıntılarına saygılı bir etiğe sahip olduklarını savunur 80 sonrası kültürel feminist akım. Kadınların sahip olduğu bu bağlamsal yaklaşım, ataerkil öznenin sebep olduğu yıkımlara karşı tek çaredir, onlara göre. Ekofeminizm, tabiatı tahrip eden değil, onun seslerini dinleyen ve onunla uyumlu bir ilişkinin peşinde olanların, hep kadınlar olduğu iddiasına dayanır.
Hatta yeni feminist düşünce ile yeni fizik arasında bağlantı kuranlar da vardır. Robin Morgan’a göre kadınlar, yeni fiziğin ortaya koyduğu dünya görüşüne yüzyıllardır sahiptirler (The Anatomy of Freedom, 1982). Çünkü kadınlar ilişkisel ve çevresel bağlamlardaki kavramlar içinden bakarlar. Onların birincil değeri, hayata saygıdır.
Kadınların gündelik hayatta daha ilişki ağırlıklı düşündüğü, genelde kabul gören bir tespit. Günümüzde “siyasete kadın eli değmeli” diyen görüş, bu bakım etiğinden hareketle kadınların daha barışçı, rekabetten uzak bir tavır sergileyeceği kanaatinden besleniyor. Kadınların, bağlamsal ve ilişkisel düşündükleri için ‘öteki’nin gerçekliğine saygı açısından da daha avantajlı bir konumda olduklarını iddia eder feministler.
Fakat “annece düşünme”nin, daha yüksek bir ahlaki düzeye sahip olmaksızın tek başına ‘öteki’ne saygıya ne kadar yardımcı olduğu, oldukça tartışmalı bir iddia. Zira kendi çocukları için başkalarının çocuklarını feda etme, hiç de seyrek rastlanır bir durum değil. Kadın olmanın tek başına daha barışçıl, daha insani bir tavrın garantisi olamayacağını, toplumsal ve siyasal pratikler de gösteriyor. Irak işgali esnasında Amerikalı kadın askerlerin barışçıl kadın tavrı ile bağdaştırılması mümkün olmayan davranışları, özellikle işkenceci Lyndie England’ın şahsında somutlaşmıştı.
Yukarıdaki hikayeler üzerinden gidecek olursak, kadınların etik tepkileri ile ilgili değerlendirmede ihmal edilen ya da gözden kaçan bir husus var. Hem Kitabı Mukaddes kıssasında, hem de Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi hikayesinde bir de öteki kadınlar var. Hz. Süleyman’ın “çocuğu kılıçla ikiye bölelim” teklifine itiraz etmeyen; çocuğu, tebeşirle çizilen dairenin dışına çıkarabilmek için kolunu çekiştiren diğer kadınlar. Bu da gösteriyor ki, bakım etiği ve annece düşünme daha ziyade kadınca bir tavır da olsa bütün kadın cinsini kapsayacak denli genellemeye izin verecek bir açıklama değil.
Aslında kadınların gündelik hayata dair kararlar alırken, ilişkileri, bağlamı ve süreçleri daha çok dikkate alan değerlendirmeler yaptığını, kavramsal bir çerçeveye ihtiyaç duymadan da gözlemlemiştir pek çoğumuz. Bu açıdan bakıldığında Gilligan’ın kadın ve erkek arasında etik tepkilerin farklılışacağına dair görüşü doğru kabul edilebilir. Fakat gündelik hayatla ilgili değer yargıları ile dünyanın tabiatı, insanın gayesi gibi felsefi meseleleri bir tutmak yanlış olur. Çünkü yaşanan gerçekliğin hayhuyu içinde şekillenen tepkilerde kadınla erkek arasında bir farklılık söz konusu olabilir; ama hakikatle ilgili metafizik değerlendirmelerde kadınla erkek arasında temel bir farklılık olduğunu iddia etmek, çok daha başka bir şeydir.
Nitekim akademik feminizm, bu farklılık iddiasını bilgi ve hakikat anlayışına kadar götürür. Bu nedenle de erkeklerin kadınlar hakkında söyleyecekleri bir şeyleri olmadığını iddia ederler. Bu bakışa göre kadın-erkek farkı, sadece cinslerin kendilerine özgü meselelere yönelmeleri şeklinde bir sonuç vermez. Aynı zamanda temelde kavramları ele alış tarzlarını da etkiler. Söylediklerine bakılırsa, bilgi de cinsiyet bağımlıdır; neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar vermek, cinsiyet farkına göre değişir. Böyle olunca kadınların ve erkeklerin ‘hakikat’i de farklı olacaktır.
Hayat ve hakikat... Böyle varoluşsal açıdan merkezî bir konuda, erkekler ile kadınların ahlaki tavırlarını, etik tepkilerini, uzlaşmaz bir farklılığa mahkum etmek, hem tevhidi (birlik) temel alan dinî anlayış açısından hem de ortak insanlık hakikati açısından kabul edilemez bir görüştür.
Paylaş
Tavsiye Et