21 EKİM 2007 tarihli referandum, PKK’nın bir komando birliğine düzenlediği saldırı haberleriyle mühim bir kırılma anına denk geldi. Bu terör hadisesi ve akabinde Kuzey Irak’a müdahale tartışmaları yüzünden adeta unutulan referandumun sonuçları, Türkiye’nin geleceğine tesirleri açısından son derece önemliydi. Bunlardan ilki, referanduma beklenenin ötesinde %67’ye varan nispette bir katılım ve %69’luk kabul oyuyla, 22 Temmuz seçimlerinin ve TBMM’de Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinin ardındaki seçmen desteğinin pekişmesiydi. İkinci mühim sonuç da, asker-sivil bürokrasinin Cumhurbaşkanlığı makamı ve seçimleri üzerinden parlamentonun denetimi dışında ve üstünde oluşturmaya çalıştığı vesayet sisteminin çöküşüydü. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ortaya çıkan krizin devamı mahiyetindeki bu referandum, YSK’nın referandum paketinde TBMM’nin yaptığı son değişiklikler (“11. Cumhurbaşkanı’nı halk seçer” şeklindeki hükmün kaldırılması) üzerine altıya beş çoğunlukla verdiği kararla, 21 Ekim’de yapılabildi. Aslında 11. Cumhurbaşkanı’nı TBMM’nin seçmesiyle bu problem aşılmış sayılabilirdi. Ancak 22 Temmuz seçimlerinin neticeleri doğrultusunda Nisan 2007 krizi aşılmaya çalışılırken, Anayasa Mahkemesi’nin hukukla bağdaşmayan 367 kararında olduğu gibi, hukuk kurumlarından kaynaklanan yeni krizlerin yaşanmaması için pakette son bir değişiklik yapılma yoluna gidildi.
22 Temmuz seçimleri, akabinde Cumhurbaşkanlığı krizinin Gül’ün seçilmesiyle aşılması ve yeni anayasa tartışmaları referandumu siyasetin gündeminden uzaklaştırdı. Yapılıp yapılmayacağı üzerindeki belirsizlik ve son andaki değişiklikler yüzünden siyasi kampanya konusu da olmayan referandumun sonuçları, halkın Nisan 2007 krizine ve demokrasiye yönelik bürokratik muhalefete hâlâ tepkili olduğunu gösterdi. Her türlü tahmini aşan katılım ve kabul oranı, Türkiye’deki seçmenin demokratikleşme ve sivilleşme bilincinin ümit verici düzeyde olduğunu ortaya koydu.
Esas itibarıyla Cumhurbaşkanlığı üzerinden tartışılsa da, referandumu ‘acil’ kılan husus, 367 karar yeter sayısını, toplantı yeter sayısı olarak kabul eden Mahkeme kararının ortadan kaldırılmasıdır. Pakette yer alan diğer hususlar, cumhurbaşkanının görev süresinin beş yıl ve seçilebilme dönemini iki dönem olarak düzenlenmesi, TBMM seçim döneminin ise beş yıldan dört yıla indirilmesidir.
1982 Anayasası ile istikrarı sağlamak amacıyla dörtten beş yıla çıkarılan TBMM seçim dönemi, şimdiye dek fiilen beş yıl olarak uygulanamadı. Seçimlerin dört yılın ötesine sarkmasından doğan tartışma ve gerginlikler bizatihi istikrarsızlığa yol açtı ve sürenin dört yıla indirilmesi yönünde bir uzlaşma oluştu. Anayasa’da yer alan karar yeter sayısı olan 367’nin Mahkeme tarafından toplantı yeter sayısı olarak yorumlanmasının parlamenter sistemin işleyişini ne kadar zorlaştırdığı, bu kararın siyasiliği ve hukuken yanlışlığı konusunda kamuoyunda adeta bir icma oluştu. Yeni bir krizle karşılaşmamak için bu kararın düzeltilmesine yönelik bir anayasa değişikliğinin gerekliliğini, bu acayip kararı veren Mahkeme dahi arzu ediyordu.
Referandumun asıl tartışma yaratan kısmı, cumhurbaşkanının halkoyuyla veya genel oyla seçilmesi yönündeki düzenlemeydi. Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesinin parlamenter sistemin mantığıyla bağdaşmayacağı iddia edildi. Ancak bu iddia tartışmalıdır. Zira parlamenter sistem içinde cumhurbaşkanını halkın seçtiği Avrupa ülkeleri mevcuttur. Seçilmek için siyasi kampanya yürüten bir cumhurbaşkanının tarafsızlığını kaybedeceği iddiası da anlamlı değildir. Bugüne kadar TBMM tarafından seçilen cumhurbaşkanlarının, mesela Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, tarafsızlığını yitirdiği açıktır.
1982 Anayasası ile Cumhurbaşkanlığı’na parlamenter sistemin ötesinde görev ve sorumlulukların verilmiş olmasının, cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle parlamenter sistemi zedeleyebileceği iddiası ise bir başka konudur. 1982 Anayasası’nın cumhurbaşkanına verdiği güçlü konum esas itibarıyla parlamenter sistem için değil, demokratik sistem için bir problemdir. Çünkü bu düzenlemenin ardındaki mantık, asker ve sivil bürokrasinin özerkliğini sağlamaktır. Bu yüzden siyasetin içinden gelen ve parlamentodaki çoğunluğun adayı olarak seçilen cumhurbaşkanlarına karşı bir güvensizlik mevcuttur. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaşanan krizlerin sebebi de budur. Cumhurbaşkanının yetkileri kısıtlanmasa bile halkoyuyla seçilmesi demokratikleşme anlamına gelecektir. Böylece, her Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan bürokratik muhalefet ortadan kalkacaktır.
Ayrıca parlamentodaki çoğunluk ile halkoyuyla seçilen cumhurbaşkanı arasında yaşanabilecek anlaşmazlıklar, bürokratik kurumlarla parlamento arasında yaşanabilecek olanlara kıyasla demokrasi bakımından tercihe şayandır. Zira bu gerginlik veya anlaşmazlıklar, demokratik ve sivil bir şekilde seçilmiş iki organ arasında yaşanacaktır. Esasen cumhurbaşkanını TBMM’nin seçmesi halinde Özal, Demirel ve Sezer örneklerinde hatırlanacağı gibi cumhurbaşkanlarının TBMM’deki çoğunlukla ciddi anlaşmazlıklar yaşamaları da mümkündür. Kaldı ki, cumhurbaşkanının yetkilerinin kısıtlanması yönünde oluşmuş mutabakat da, bu muhtemel gerginliğin dozajını düşürecektir.
Referandumun ertelenerek yeni anayasa için yapılacak oylamaya havale edilmesi talebi, ilk bakışta makul görünse de, bilhassa Mahkeme’nin 367 kararı hatırlanırsa, muhtemel yeni bir anayasal krize kapı aralayacağı için yerinde değildir. Kaldı ki, bu paketin referandumla kabul edilmesi yeni anayasanın da önünü açacaktır. Ayrıca, şu anda 11. Cumhurbaşkanı’nı TBMM’nin seçmiş olması, 22 Temmuz seçim sonuçlarını dikkate alan siyasi partilerin kararıyla gerçekleşebilmiştir. Bu çözüm yolu istisnaidir. Bu itibarla parlamenter sistemin yeniden böyle bir krizin içine düşmemesi için, bu istisnai çözümün ötesinde şimdiden anayasal bir çözümün anayasada yerini alması doğru olacaktır.
Referandumla genel seçimler için dördüncü, Cumhurbaşkanlığı için beşinci yılda seçimlere gidilmesi kararı alınmış ve parlamenter sistem Mahkeme’nin 367 kararıyla açılan “yönetemez demokrasi” krizinden kurtulmuştur.
21 Ekim referandumu vesilesiyle Başbakan Erdoğan’ın “Referandum kültürüne alışmalıyız” sözünü eleştirenler, bu sürecin başlangıcını unutmuş görünüyorlar. 27 Nisan’da TBMM’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turundan sonra yayımlanan bildirinin ve Mahkeme kararının yol açtığı erken seçimle beraber yapılması öngörülen referandum, bu anti-demokratik müdahale karşısında halka başvurmak ve meseleyi onun hakemliğine terk etmek anlamına geliyordu. Nitekim bu ihtimalin varlığı, Cumhurbaşkanlığı krizinin çözümünü mümkün kılarken yeni müdahalelerin önünü kesti. TBMM’nin toplumsal meseleleri ve talepleri, bürokratik vesayet ve yüksek yargının direnişi yüzünden aşamaması halinde halka gidebilme imkan ve ihtimali, bu çevreleri demokratik açıdan terbiye ederken, Meclis üzerinde bundan sonraki muhtemel baskıları da ortadan kaldırabilecektir.
Paylaş
Tavsiye Et