SARAMAGO’NUN bir bakıma el emeği ürünlerin fabrika malı plastik ürünler karşısında gözden düşüşünü anlattığı eseri Mağara, kasaba ile metropolün ya da mahalle ile sitenin çatışmasını anlatan bir roman olarak da tanımlanabilir. Romanda, küçük yerleşim birimini veya mahalleyi oluşturan yapılar, üretim biçimlerindeki değişmeye bağlı olarak çözülmeye başlamışlardır. İnsanlar mahalleyi terk ederek, ‘Merkez’ olarak isimlendirilen devasa modern üretim biriminde iş tutmanın, yerleşmenin yollarını ararlar. Yaşlı çömlekçi Algor işte bu dalganın etkisiyle kızıyla damadının peşine takılarak ata yadigârı çömlek atölyesini terk etmeye, Merkez’e yerleşmeyi denemeye mecbur kalmıştır.
Dünyanın pek çok yerinde küçülen, cazibesini yitiren mahalle hayatı, bazen bir metafor halinde edebiyat ve sanatın olduğu kadar siyasetin de konusu olmaya devam ediyor. Şerif Mardin’in Türk siyasi iklimini biçimlendirmekte olan bir tür “mahalle baskısı”ndan söz ettiği söyleşisinin ardından ‘mahalle’nin faziletleri ya da sorunlu yanları üzerine konuşmaya başladık.
Mahalle baskısı, hijyenik elit yerleşme biçimlerinin, site yaşantılarının, uydu kent projelerinin karşısında hâlâ savunulması süren bir hayat tarzının karakteristik özelliği sanki... İnsanların birbirini tanıdığı, birbiriyle bir şekilde ilgili olduğu, bu nedenle karşılıklı bir sorumluluğun değerini de duyurtan bir yerleşim birimi, mahalle. Güçlü dokusunun sağladığı bir güven duygusuna karşılık, mukimlerini kısıtlayan ve denetleyen taleplerinden de söz etmek pekâlâ mümkün. Mahallenin alternatifi ise kendini sitelerle, gettolarla şehre, kalabalıklara, öteki hayatlara kapatan cemaat yaşantıları olamaz gibi geliyor bana. Çünkü mahallede bir homojenlik yok. Farklılıkların bir uyum ve bağdaşma çabası ya da zorunluluğu var olsa olsa...
Mardin söyleşisinin ardından toplum ve politika üzerindeki tekinsiz “mahalle baskısı”nı konu alan sayısız yazı yer aldı basında. Günümüzde mahalle baskısı yerini başka türlü baskılara terk etmiş bulunuyor oysa. Medya baskısı, site hayatlarının baskısı, marka baskısı... Bir taraftan da postmodern dönemlerin ruhuna uygun etnik ya da farklılık temelinde, kapalı ya da açık localar halinde gerçekleşen örgütlenmelerle insanlar bir dayanışma alanı, bir güç kazanmaya çalışıyorlar.
Kadınlar bütün zamanlarda olduğundan daha ağır bir şekilde görünüşlerine, fiziklerine yönelen baskılarla karşı karşıyalar. Bu nedenle de yeme bozukluğu hastalıkları tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar genç kızların ve kadınların hayatlarını etkiliyor. Artık mahalle sokaklarında ilerleyen bir genç kız, bir pencerenin gerisinden kendisini izlemekte olan filanca dedikoducu teyzeyi değil, bir kamera bakışının kontrolünü hissediyor üzerinde. Mahallenin ışıkları, yerini kamera ışıklarına bıraktı sanki.
Gazetelerde, yalnız yaşayan yaşlıların, seneler sonra evlerinde ölü olarak bulunuşlarını anlatan haberleri sıklıkla okumaya başladık. Mahalle ruhu diye bir şey yaşıyorsa hâlâ, yaşlıların sessizliğinin, ortalıkta görünmeyişinin kaygısını duyurtan bir ruhtur bu.
Yıllar önce bir gazetede Almanya’nın Berlin gibi kentlerinde psikologların önerisiyle yaya yollarının kimi yerlerde, insanlar yürürken birbirlerine dokunabilsinler diye bilinçli olarak daraltıldığını okumuştum. Daha sonra bu ülkenin şehirlerinde gördüğüm parklarda insanların çoğunlukla yalnız başına ya da köpekleriyle yürüyüşe çıktıklarını gözlemledim. Heilbronn çok yeşil bir şehir; ortasında büyük bir göl olan, yürüyüş için tasarlanmış Ziegeleipark ile tanınıyor. Göçmenler, en çok da Türkler, bu park yerini piknik yerine dönüştürmüşler. Yürüyüşe çıkan Almanlar, mangal, semaver, beş çayları etrafında toplanan aileleri ilgiyle izliyorlardı. Almanların Türklerin parkları kendilerinin yap(a)madığı şekilde kullanmalarına pek itiraz etmemeleri, kamusal hayatın çöküşüne ilişkin kaygılarıyla açıklanabilirdi.
Bugün Türkiye’de trafik ya da hava kirliliğinin artışında da asıl sorun öncelikle mahalle dokusunun ve ruhunun daralmasına sebep olan şehircilik ve kültür politikalarında aranmalı. Söz gelimi Boğaz’ın tarihî girişi ve İstanbul’un Asya yakası Manhattan tarzı kulelerle, plaza ve gökdelenlerle donatılmak isteniyor. Bu vulger modernlik remzleri 80’li yıllarda ANAP hükümetinin de rüyasıydı: İstanbul Ortadoğu’nun Beyrut’u olacaktı. İstanbul’a biçilen rol, bir kültür şehri değil de eğlence şehri olmasıydı. Ne de olsa şatafatlı biçimler, estetik alanda bir kısırlığı, içine düşülen tüketim hırsını ve unutulan her şeyin boşluğunu kapatmanın en uygun örtüleridir.
Mahalle hayatı, baktığımız açıya bağlı olarak görünür bize. “...Benim kuşağım; yani biz taşralılar, birer mahalle çocuklarıydık” diye yazıyor Metin Önal Mengüşoğlu. “Mahalle; oradaki sokaklar, caddeler, çıkmazlar, çeşme başı, havuz başı, dere kenarı, patika su yolları, evlerimizin içinden akıp giden arkları ile cami ve minik meydan, biz çocukların, baba evinden daha ziyade zaman tükettiği, meskûn bulunduğu mekânın adıdır.” (Metin Önal Mengüşoğlu, Öptüm Kara Gözlerinden, Artus Yayınları, s. 69)
Mahalle çocuklarının özgür ruhları da elbette şiddete yabancı değildi. Çocukluğumu geçirdiğim mahalleyle ilgili hiç unutmadığım sahnelerden birisi, mahallenin iki delikanlısının dikenli çalılarla birbirine saldırdığı bir kavgaydı.(Kuzu Kayboldu isimli öykümde yer verdiğim bir sahne bu). Erkekliğini kanıtlamasını beklerdi bir delikanlıdan, mahalle. Kadınlar da iffetli oluşlarını onaylayan bir hayat sürdürmeliydi. Yoldan geçen kızın giyimini, kuşamını, hatta yürüyüş tarzını incelemek; mahalleye yeni taşınan dul kadının evine girip çıkanların hesabını yapmak; sokak başındaki duvarda gece yarılarına kadar oturan delikanlıları dile dolamak...
70’li yıllara baktığımızda, siyasetin biçimlendirdiği bir mahalle baskısıyla karşılaşıyorduk: O mahalleye solcular, ötekine sağcılar giremez!
Fakat mahalle aynı zamanda yaşlısını, delisini, çocuğunu koruyup gözeten geniş bir yuvaydı da... Yabancıyı haine dönüştüren algı çarpılmalarının henüz yaşanmadığı dönemlerde çoğulluğun, çeşitliliğin, hoşgörünün yeşerdiği uçsuz bucaksız bahçeydi mahalle; bir yandan daralıp kırılmalara uğradığı halde, toplumu güzelleştirme, kaynaştırma yeteneğini koruyacak kadar geniş bir bahçe...
Esasında Ahmet Hamdi Tanpınar daha 1946’da mahallenin ölmeye başladığını yazıyordu, Beş Şehir’in İstanbul’u anlattığı bölümünde.
Yine de bütünüyle kaybolduğu söylenemeyecek bir mahalle ruhu var; toplumumuzun erdemlerini gündelik hayatın akışı içinde incelikli ilişkilerle harmanlayarak muhafaza etmeye devam eden bir ruh bu. Halihazırda TV’ler de dizilerine bu ruhu bir şekilde yansıtarak, onlara derinlik ve sıcaklık katmaya çalışıyor. Mahalle ruhu, bir zamanlar paylaştığı gelenek ve göreneklerin kalıbında yaşıyor bir bakıma. Bayram ve kandil kutlamaları; otobüslerde yaşlılara yer vermek; komşusunun kızını bacı, oğlunu abi bildiren bir sorumluluk; dar zamanlarda kendini gösteren bir dayanışma; delikanlıların askere uğurlandığı merasimler; mahalle pazarlarının eteklerine açılan kadınların el emeği göz nuru el işlerinin sergilendiği tezgâhlar; camilerde salâ verilişinin ardından cenaze namazına hazırlanan mahalle sakinleri...
1998’den itibaren derinleşenekonomik kriz yıllarında sıradan insanlar kadar, kimi “mahalle ruhuna yabancı” sayılabilecek aydınlar da Türkiye’de beklenildiğinden daha büyük ölçekte sarsıntılar, çöküntüler meydana gelmemesini, ‘mahalle’nin koruduğu dayanışma ruhuna bağlamışlardı.
Yazımın başında Saramago’nun mahalleden siteye meydana gelen değişimin de konu edildiği söylenebilecek, sebep olduğu yanılsamalarla Eflatun’a göndermede bulunduğu açık olan Mağara’sından söz ettim ya... Bu mağaraya ulaşmak için yola çıkılan Merkez, etrafındaki düne ait ne varsa silip süpüren bir güç gibi görünse de ironik bir bağlanışı vardır romanın. Sürüp giden kazılarla Merkez’i genişletme çabalarının vardığı yol, bir şekilde ister istemez mahalleyi imlediği söylenebilecek bir mağaraya açılacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et