TÜRK siyasetinde din, siyaset ve sermaye arasındaki problematik ilişkinin kamuoyunun dikkatine şüpheci tonlarda sunulmasına ilk defa şahit oluyor değiliz. Aksine, siyasette tansiyonun görece yükseldiği -kritik seçimlerin arifeleri ya da koalisyon inşa dönemleri gibi- hassas zamanlarda muhafazakâr siyasi hareketlerin finansal kaynaklarının sorgulanması ve buradan “ekonomik irtica” çıkarımlarının yapılması artık alıştığımız bir pratik haline geldi. Bu bağlamda, merkezî medya grupları tarafından YİMPAŞ örneği üzerinden alevlendirilmeye çalışılan “yeşil sermaye” ve “siyasetin finansmanı” tartışmalarının amacının, Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimleri sath-ı mailine girilen bir dönemde iktidar partisinin ekonomi-politik meşruiyetine dair soru işaretleri oluşturmak olduğu son derece aşikar.
Ancak siyaset gündeminden yıllardır düşmeyen bu konuya daha genel bakıldığında, “paranın rengi olmaz” klişesi ardında, ülkemizde mütedeyyin insanların bir şekilde ekonomik sürece katılarak oluşturduğu sermaye birikimleri ile belirli siyasi hareketler arasında organik ilişkiler vehmedilmesinin köklü bir mazisi olduğu da göze çarpıyor. Cumhuriyet Türkiye’sinde, Osmanlı döneminden kalan olumsuz intibaların da etkisiyle sermaye birikimiyle uğraşan kesimlerin uzun süre sosyal kabul görmemesi ve faizle bağlantılı ekonomik süreçlere muhafazakâr Anadolu insanının mesafeli durması bu tarihsel arka planın bir yüzünü oluşturuyor. Bu minvalde ülkemizde manevi-kültürel hassasiyetleri zedelemeden geniş bir sosyo-ekonomik potansiyeli harekete geçirmek bağlamında 1960’ların sonlarından itibaren bir iradenin oluşmaya başladığı, takip eden dönemde de pek çok modelin değişen başarı oranlarıyla hayata geçirildiği biliniyor. Muhafazakâr bir siyasi çizgiyi yansıtan siyasal hareketlerin serencamı ile paralel bir biçimde sosyo-kültürel motiflerin Türkiye’de ve özellikle Avrupa’da yaşayan Türk nüfus (out-Türkler) arasında sermaye birikimine ivme kazandırmak için artan bir dozda kullanılması da tarihsel tecrübenin bir diğer yüzünü oluşturuyor.
Esas olarak, Cumhuriyet döneminde İstanbul’daki kozmopolit sermaye gruplarının dar hâkimiyet alanına sıkışan ulusal ekonomik sisteme yeni bir açılım kazandırabilecek, Anadolu’nun pek çok kesiminde yerel kalkınma dinamikleri oluşturabilecek ve ‘gurbetçi’ vatandaşlarımızın Avrupa’da statik olarak bekleyen birikimlerini yatırıma dönüştürebilecek bir ekonomik modele uzun zaman ihtiyaç duyuldu. Aslında yıllar yılı döviz darboğazları ile boğuşan ve döviz açığına dayalı finansal krizlere bir türlü çare bulamayan bir ülke olarak Türkiye’nin, Avrupa’daki Türk nüfus elinde oluşan hatırı sayılır sermaye birikimine stratejik bir devlet politikası çerçevesinde yaklaşıp bu birikimleri anavatanda yatırıma dönüştürecek modeller üzerinde çok önceden çalışması gerekiyordu.
Ancak 1970’lerdeki kısa dönemli çabalar hariç bu yapılmadığı gibi, oluşan boşluğu kâr-zarar ortaklığı temelinde dolduran çok ortaklı iştiraklerin uluslararası boyutta denetlenebileceği bir yasal/kurumsal altyapı da hazırlanmadı. Yani refleksleri zayıf idari mekanizma, etrafındaki sosyo-ekonomik gelişmelere çoğu zaman olduğu gibi yine hazırlıksız yakalanmış ve tepkisel politikalar üretme zorunluluğu doğmuştu. Sonuçta, devlet-toplum ilişkilerindeki problemlerden dolayı kendi ulusal otoritelerine güven duymayan mütedeyyin Anadolu insanları, kendileriyle aynı dili konuşan, aynı değerleri paylaştığını belirten yatırımcılara insani olarak güvenerek hayat birikimlerini emanet ettiler. Kombassan ve YİMPAŞ örneklerinde belirginleşen çok ortaklı model, Konya-Kayseri hattından Anadolu’ya yayılarak 1990’lı yıllarda “Asya Kaplanları” benzetmeleri de yapılan bir holdingleşme fenomeni oluşturmakta gecikmedi.
Ancak yerel kalkınma dinamikleri oluşturma ve insanımızın kendine güvenini tazeleme noktasında önemli artıları olan bu hareketlenme, ulusal ekonomi-politik tarihimizde sürekli var olagelen yönetişim problemleri yüzünden kısa zamanda zorlanmaya ve istismar edilmeye başlandı. Türkiye’de filizlenip Avrupa’ya yelken açan şirketler arasında kızışan rekabet sonucu, ortaklara vaat edilen kâr payı oranları irrasyonel seviyelere ulaşırken; yatırım-finansman bağlantısı da zamanla ortadan kalktı. Birçok ülkede faaliyet gösteren 80 civarında holding, ulusal denetim mekanizmaları arasındaki yasal boşluklardan da yararlanarak gelirleri, aktiviteleri, ortakları ve kurumsal yapıları gibi pek çok konuda şeffaf olmadan, daha fazla kâr payı peşindeki ortaklarının sayısını arttırma yarışına giriştiler. Bu dönemde, şirket operasyonlarının reel sanayi yatırımlarından yarış atı ticaretine ve futbolcu transferlerine kadar spekülatif pek çok unsur içeren sisli bir alana kayması dahi pek kimsenin umurunda değildi.
Böylece 28 Şubat’a uzanan süreçte gerek yatırımcılar, gerekse ortaklar arasında az zamanda maksimum “kâr payı” üretme felsefesine dayalı ve vahşi kapitalizmin bilinen örneklerini aratmayan bir “akıl tutulması dönemi” yaşandı. Yerel yönetimler ve ardından merkezî hükümette ciddi iletişim kanallarının açılması da, ortaya çıkan problemli modelin cesaret ve meşruiyet kaynağı oldu. Gerçek yatırımcılarla istismarcı simsarların, başarısız girişimcilerle inanç spekülatörlerinin birbirine karıştığı bu süreç, 28 Şubat sonrasında sınırları esnek bir “yeşil sermaye” tanımına dayalı olarak “kuruyla birlikte yaşı da yakan” bir toplu harekât ile sona erdirilecekti. Bu kapsamda, görev süresi dolmak üzere olan SPK Başkanı Doğan Cansızlar tarafından da itiraf edildiği gibi, “yeşil sermaye”nin temsilcisi olarak görülen şirketlerin aktiviteleri, öncelikli bir milli güvenlik sorunu olarak görülüp devletin üst düzey organları tarafından “irtica ile mücadele” bağlamında takip edilir hale geldi.
Kamu ve özel mülkiyet sınırının net çizilmediği, kayıt dışı ekonominin ciddi miktarda olduğu ve siyasi partilerin operasyonel masraflarını giderebilmek için türlü kaynaklara başvurdukları Türkiye’de, 28 Şubat süreci ile 2000-2001 mali krizlerinin oluşturduğu travma sonrasında siyaset finansmanının şeffaflığının önem kazanması gayet doğaldı. Bu yüzden, partisinin siyasal argümanlarını “yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele” üzerine kuran Tayyip Erdoğan ilk günden itibaren selefi olan muhafazakâr hareketlerle “AK Parti” arasına bir set çekerek siyasette temizlik, dürüstlük ve şeffaflık mesajını vurguladı. Siyaset-sermaye ilişkilerinin sağlam ve şeffaf bir çerçeveye oturtulamamış olduğu bir ortamda, merkez-dışı değerleri temsil eden siyasi hareketlerin önyargılı biçimde özellikle mercek altına alınmaları ve “yeşil sermaye” bağlantılarının yakın geçmişte ekonomik irtica mesajları için malzeme olarak kullanılmış olması da bunda etkili oldu.
Ayrıca 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’de İslam ve Müslümanlar hakkında oluşan olumsuz atmosfer ve el-Kaide bağlantısı suçlamasıyla fonların dondurulma endişesinden dolayı Körfez kaynaklı yatırımcıların Amerikan piyasalarından çıkmaya başlaması, uluslararası planda bir “yeşil sermaye” olgusu (kavram kargaşasına dikkat!) ortaya çıkardı. Avrupa’da Fransa ve İsviçre gibi ülkelerle birlikte Türkiye’ye de ciddi miktarlarda Körfez sermayesi girişi olma ihtimali, henüz 28 Şubat tecrübesinin zihinlerde taze olduğu ülkemizde din-siyaset-sermaye ilişkisine dair basmakalıp komplo teorilerine yeniden piyasa yaptırdı. AK Parti’nin yükselişi ve iktidardaki performansı ile İslami sermaye arasında birebir ilişkiler kurularak Başbakan Tayyip Erdoğan’ın üzerine titrediği temizlik ve dürüstlük imajı yüzeysel iddialarla yıpratılmaya çalışıldı. Bu konuda yerel bazı denemelere ek olarak, önde gelen Amerikan neo-conlarından Michael Rubin gibi şahsiyetlerin yazıları (Middle East Quarterly, Aralık 2005) da kamuoyu hazırlayıcı bir görev ifa etti.
Halk idaresini yönetime yansıtan siyasi partilerin akçalı konularda ekstra dikkatli davranıp şeffaf ve kontrole açık finansman sistemleri kurmaları Türkiye’de demokratik olgunlaşma ve siyasal kurumlaşmanın ön şartlarından biri kuşkusuz. Ancak, “yeşil sermaye” gibi içi konjonktürel olarak doldurulan kalıplarla belli siyasi figürleri köşeye sıkıştırma gayretleri Türk siyasetinde mütemadiyen kullanılan ucuz taktiklerden biri haline geldi. Laik kesimlerin hassasiyetlerini harekete geçirip kararsızları iktidardan soğutarak siyasi tercihleri değiştirebilme amacıyla hazırlanan kimi bilgi ve belgelerin Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça ortam ısıtılarak birbiri ardına piyasaya sürülmesi de muhtemel görünüyor. Türkiye’nin geleceği ise siyaset-sermaye ilişkisi üzerinden yapılan oportünist salvolarda değil, şeffaf ve üretken sermaye ile şeffaf ve üretken siyasetin sinerjisinde yatıyor.
Paylaş
Tavsiye Et