KÜRESEL ekonomik sistemin alabildiğine acımasız bir rekabetin çekim gücü içinde yoğrulduğu ve insani/çevresel hassasiyetlerin ana politika gündeminin dışında tutulduğu son iki yüzyıl içinde ekonomik büyüme, verimlilik ve ticarileşme yönünde devrim niteliğinde gelişmeler meydana geldi. İlk ve ikinci kuşak sanayileşmiş ülkeler ile onları takip eden “geç kalkınanlar” ve nihayet günümüzün yükselen piyasalarının gelişme serüvenlerinde, ulusal düzlemdeki tabii ve insani kaynakların ekonomik büyüme hedefine yönelik olarak seferber edilme eğilimi çokuluslu sermayenin sınırsız kâr ihtirası ile birleşince kapitalist piyasa rejiminin yıkıcı karakteri perçinlendi. Sanayileşmeye koşut olarak güç kazanan sosyal demokratik akımlar, radikal liberal yaklaşımın işçi hakları ve insani ihtiyaçlar konusundaki eksiklerinin sınırlı bir biçimde giderilmesini sağladıysa da, hızlı sanayileşme ve sermaye birikiminin eko-sistem üzerindeki olumsuz etkilerine uluslararası kamuoyunun dikkatinin çekilebilmesi ancak 20. yüzyılın son yıllarında mümkün olabildi.
1992 yılında bir çerçeve anlaşma olarak imzalanıp 1997’de uluslararası bir sözleşmeye dönüştürülen Kyoto Protokolü, atmosferde sera etkisi oluşturarak küresel ısınmaya sebep olduğu belirlenen gazların salımlarını sınırlamaya yönelik ilk objektif rejim denemesiydi. Buna göre sanayileşmiş ülkeler, 1990’daki salım oranlarını 2008-2012 yılları arasında ortalama %5 oranında azaltacaklar, düşük salım oranına sahip ülkeler ise bu oranları görece yükseltebileceklerdi. Ancak 2001 yılında iş başına gelen George W. Bush liderliğindeki Amerikan yönetimi, küresel yönetişime itibar etmeyişinin erken bir göstergesi olarak Kyoto sözleşmesinden çekildi ve böylece küresel çevre rejiminin geleceği de tehlikeye girdi.
ABD yönetimi gerekçe olarak Kyoto’nun salım oranlarının düşürülmesinde sanayileşmiş ülkelerden çok fazla ekonomik fedakarlık istediğini, bunun yerine salım oranlarının ülkelerin bireysel eylemleri ve yenilenebilir enerji teknolojilerine yapılacak yatırımlarla azaltılması gerektiğini savunuyordu. Amerikan sermayesinin küresel baskınlığını ve Amerikan halkının yoğun tüketime dayalı yaşam tarzını korumak için uluslararası eğilimlere karşı (Avustralya ile birlikte) alınan bu tavır iç siyasette oldukça yoğun destek buldu. Küresel ısınmanın bilimsel gerçekliği dahi ciddi şekilde tartışmaya açıldı. Ölü doğmuş muamelesi yapılan Kyoto Protokolü ise, Rusya’nın 2004 yılı sonunda gerek ABD yönetimine karşı bir manevra, gerekse Dünya Ticaret Örgütü üyeliği sürecinde destek için AB’ye uzatılan bir zeytin dalı mahiyetinde bu sözleşmeyi imzalaması ile hayata döndü.
Kyoto’ya imza koyan 178 ülkeden önemli bir kısmının sera gazlarında vaat ettiği salım azaltmasını gerçekleştiremeyeceği, gerçekleştirse dahi küresel ısınmanın belirginleşen etkilerine karşı %50-%60’lık salım düşüşlerini sağlayacak radikal tedbirlere ihtiyaç olduğu bilim çevrelerince ifade ediliyor. Ancak küresel ısınma sorununa yönelik daha ileri çözümler geliştirmek için genel bir çerçeve ortaya koyan Kyoto’da kabul edilen yükümlülükler, AB ve California gibi bazı ABD eyaletlerinde yasa niteliğinde kabul edilmiş bulunuyor. Özellikle de kendisine yeni bir meşruiyet misyonu ve birleştirici ortak gündem arayan AB’de küresel ısınma ile mücadele konusunun anahtar bir mesele olarak görüldüğü de anlaşılıyor. Karbon emisyonları, yenilenebilir enerji üretimi, çevre kirletenlere karşı para hatta hapis cezaları Birlik gündeminin ön sıralarını işgal ediyor.
Bununla birlikte ABD dahil dünyanın pek çok bölgesinde yaşanan iklim anomalileri ile bunların reel ve potansiyel sosyo-ekonomik yansımaları, küresel ısınma gerçeğini uluslararası siyaset ve ekonomi çevrelerinin en öncelikli gündem maddesi haline getirmiş durumda. Davos’taki 2007 Dünya Ekonomik Forumu’nda bir araya gelen küresel CEO’ların, Forum’daki tam 17 özel oturumu küresel ısınma sorununa hasretmeleri, mutad kayak merkezlerinde kar bulamayıp telaşlanan patronların konformist panikleri kadar, etkileri çok ciddi biçimde hissedilmeye başlayan küresel ısınmanın dünya ekonomisinin temel parametrelerinde meydana getireceği potansiyel değişiklikler ile de doğrudan ilgiliydi şüphesiz.
Bu konjonktürde, BM tarafından koordine edilen ve 40 ülkeden 600 bilim adamını bir araya getiren Hükümetlerarası Küresel Isınma Paneli (IPCC), 4. Değerlendirme Raporu açıklandı. Bugüne kadar küresel ısınma ile ilgili olarak ortaya konan en ciddi ve geniş tabanlı bilimsel işbirliğinin ürünü olan IPCC raporu, küresel ısınmanın %90 oranında insan faaliyetlerinden kaynaklandığı; 2100 yılına kadar hava sıcaklıklarının 1,8-4,0 derece artıp deniz seviyelerinin 18-59 cm yükseleceği ve bu arada sıcak hava dalgaları ve fırtınaların artacağı gibi alarm veren bulgular ortaya koyuyor. Rapor ayrıca sera gazı etkilerinin azaltılması için küresel seferberlik ilan edilmesini de isteyerek ABD yönetimi ve sanayi lobilerini epeyce rahatsız etti.
Küresel ısınmanın gerçekliğine ilişkin bilimsel tartışmalara bir nokta koyan bu rapor, hiç şüphe yok ki önümüzdeki dönemde sanayileşmiş ülkelerin gaz salımlarını önemli ölçüde kısıtlamaları yönünde kamuoyu baskısı oluşmasına katkıda bulunacaktır. Bununla birlikte, çevre ve emisyon standartlarını kalkınma hamlelerini tökezletmeyi amaçlayan müdahale araçları olarak algılayan Çin ve Hindistan başta olmak üzere Türkiye’yi de içeren gelişmekte olan ülkeler, sürdürülebilir büyüme stratejileri çerçevesinde Kyoto düzeyinin ötesinde kısıtlamalar ve bunların maliyetleri ile yüzleşmek durumunda kalabilirler. Ayrıca, ara bir çözüm olarak hayata geçirilen ve çevreyi az kirleten ülkeler ile yüksek düzeyde kirleten ülkeler arasında kurulan salım düzeyi yani “kirletme hakkı” ticareti sisteminin de küresel ısınma ile ilgili olarak ortaya çıkan yeni bilimsel bulgular çerçevesinde yeniden gözden geçirilmesinin gerekeceği açıktır.
Küresel kapitalist sistem insani ve tabii kaynakları sınırsız ve hesapsızca kullanarak büyüme döneminin nihai sınırlarına ulaşmış bulunuyor. Gelinen noktada su, rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının büyük önem kazanacağı, sanayileşme politikalarının daha “insani ve çevreci” bir bakışla dizayn edilmesinin gerekeceği ve tüketim toplumu alışkanlıklarının tedricen törpüleneceği yeni bir dönemin ayak sesleri duyuluyor. Küresel ekonomik rekabetin temel parametreleri de, bu süreçte “sürdürülebilir büyüme” temelinde yeniden şekillenip kendilerini yerküre ile barışık bir rekabete en hızlı ve etkin biçimde adapte edebilen aktörleri ödüllendirecektir.
Paylaş
Tavsiye Et