Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Ne övgü ne sövgü, sadece bilgi
İhsan Fazlıoğlu
YAK­LA­ŞIK on yıl ön­ce, bir bil­di­riy­le ulu­sal bir sem­poz­yu­ma ka­tıl­mış­tım. Ta­ri­hî bir ki­şi­li­ği an­mak için dü­zen­le­nen sem­poz­yum­da sun­du­ğum bil­di­ri­de anı­lan ki­şi­nin ba­zı fi­kir­le­ri­ni eleş­tir­di­ğim­den do­la­yı, sem­poz­yum son­ra­sın­da söz ko­nu­su ki­şi­ye ai­di­yet duy­gu­la­rı yük­sek ba­zı ka­tı­lım­cı­lar ta­ra­fın­dan eleş­ti­ril­mek­le kal­ma­dım; top­lan­tı­yı dü­zen­le­yen he­ye­tin ba­zı men­sup­la­rın­ca da jest ve mi­mik­ler­le pro­tes­to edil­dim. İl­ginç­tir, Tür­ki­ye’de dü­şü­nür bil­di­ği­miz in­san­la­rın fi­kir­le­ri­nin ço­ğal­tıl­dı­ğı­na şa­hit ola­mı­yo­ruz; çün­kü bu tür in­san­lar dü­şü­nür ola­rak de­ğil mür­şid ola­rak ka­bul edil­mek­te; an­ma­lar da bü­yük oran­da öv­gü düz­mek bi­çi­min­de ya­pıl­mak­ta­dır. El­bet­te bir in­san her­han­gi bir ki­şi­yi ken­di­si­ne mür­şid bel­le­ye­bi­lir; an­cak ge­le­ne­ği­miz­de mü­rid, mür­şi­di­ni an­ma top­lan­tı­sı dü­zen­le­ye­rek araş­tır­ma ko­nu­su kı­la­maz, tar­tış­ma nes­ne­si ha­li­ne ge­ti­re­mez. Bir tar­tış­ma top­lan­tı­sı dü­zen­len­miş­se kut­sal­lık or­ta­dan kal­kar; çün­kü kut­sal bi­zâ­ti­hi tar­tış­ma ko­nu­su kı­lı­na­maz. İş­te bu ne­den­le­dir ki, ül­ke­miz­de ta­ri­hî ki­şi­lik­le­rin dü­şün­ce­le­ri ço­ğal­tı­la­mı­yor; ter­si­ne yal­nız­ca öv­gü­nün nes­ne­si kı­lı­nı­yor. Öv­gü, in­sa­nın duy­gu­la­rı­nı tat­min eder, ak­lı­nı de­ğil; çün­kü akıl ik­na ol­mak is­ter, tat­min ol­mak de­ğil. Duy­gu­la­rı coş­tu­ran bir ko­nuş­ma ge­çi­ci­dir, iz bı­rak­maz; dü­şün­ce­yi tır­ma­la­yan, ra­hat­sız eden, hat­ta sı­kın­tı­ya so­kan bir su­num ise ye­ni so­ru­lar ya­ra­tır; so­ru, ya­nıt ta­lep eder; ya­nıt ara­yı­şı ye­ni açı­lım­lar do­ğu­rur; so­nuç­ta araş­tır­ma ko­nu­su kı­lı­nan ço­ğa­lır; in­san­la­ra ye­ni ufuk­lar açar.
Eleş­ti­ri ne de­mek­tir? Ge­nel­lik­le red­di­ye, kar­şı çık­ma, hat­ta ha­ka­ret et­me ola­rak an­la­şı­lan eleş­ti­ri, esa­sen, dü­şün­ce­nin üç özel­li­ğin­den bi­ri­si­dir. Kav­ram­sal ve ne­den­sel bir ör­gü olan dü­şün­ce, baş­ka bir ki­şi ta­ra­fın­dan ye­ni­den el-de-n ge­çi­ril­me­ye uy­gun­sa eleş­ti­rel özel­lik gös­te­ri­yor de­mek­tir. Bu an­lam­da el-e-ş-ti­ri, bir dü­şün­ce man­zu­me­si­ni, kav­ram­la­rı­na ay­rış­tır­mak; ak­lın te­mel il­ke­le­ri, man­tık ku­ral­la­rı ve ta­kip edi­len yön­tem açı­sın­dan ne­den­sel bağ­lan­tı­la­rı­na ge­ri gö­tü­re­rek ye­ni­den kur­mak de­mek­tir. El-de-n ge­çi­ri­len dü­şün­ce çe­şit­li öl­çüt­ler çer­çe­ve­sin­de ya be­nim­se­nir ya göz­den ge­çi­ri­lir ya da baş­ka bir dü­şün­ce man­zu­me­siy­le de­ğiş­ti­ri­lir; an­cak her hal­de el-ek-ten ge­çen un­sur­la­rıy­la ge­le­ce­ğe ta­şı­nır; fark­lı renk­ler­le son­ra­ki dü­şün­ce ça­ba­la­rı­na kat­kı­da bu­lu­nur.
Duy­gu­lar eleş­ti­ri­le­bi­lir mi? Duy­gu­nun kav­ram­sal ve ne­den­sel ör­gü­sü yok­tur; do­la­yı­sıy­la ku­ru­cu un­sur­la­rı­na ge­ri gö­tü­rü­le­rek ye­ni­den üre­ti­le­mez. Bu ne­den­le duy­gu­lar ve de­ğer­ler, kı­sa­ca vic­dan, eleş­ti­ri kal­dır­maz. Uya­rı (ten­bih) ile öğ­re­tim (ta’lim) ara­sın­da­ki far­kın gös­ter­di­ği gi­bi, eleş­ti­ri an­cak bir eği­tim-öğ­re­tim sü­re­cin­de or­ta­ya çı­kar; duy­gu du­ru­mun­da ise uya­rı esas­tır. Bu ne­den­le ki­şi­li­ğe (şah­si­ye­te) yö­ne­lik eleş­ti­ri ile dü­şün­ce­ye yö­ne­lik eleş­ti­ri bir­bi­rin­den fark­lı ele alın­ma­lı­dır. İl­mî çev­re­ler­de ço­ğun­luk­la bir­bi­ri­ne ka­rış­tı­rı­lan bu du­rum sı­kın­tı ya­rat­mak­ta; dü­şün­ce­le­ri eleş­ti­ri­len ki­şi, eleş­ti­ri­yi bil­gi­si­ne de­ğil, ki­şi­li­ği­ne yö­ne­lik ka­bul et­ti­ği için fik­rî de­ğil his­sî ta­vır ta­kı­na­bil­mek­te­dir. Hal­bu­ki, in­sa­nın üret­ti­ği ku­ram her­han­gi bir ol­gu ve ola­yın tas­vi­ri­dir; el-e-ş-ti­ril­me­si en faz­la o ku­ra­mın de­ğiş­ti­ril­me­si­ne ne­den olur; ki­şi­lik­ten vaz­ge­çil­me­si­ne de­ğil.
Öy­ley­se in­san­lar ni­çin, şim­di­ye de­ğin tas­vir edil­di­ği bi­çi­miy­le, eleş­ti­ri­den ka­çın­mak­ta­dır­lar? Dü­şün­ce­nin il­mî bir yön­tem çer­çe­ve­sin­de ya­pı­la­cak eleş­ti­ri­si, her şey­den ön­ce eleş­ti­ri­le­cek dü­şün­ce man­zu­me­si ko­nu­sun­da ma’lû­mât is­ter; aka­bin­de he­sa­bı ve­ril­miş na­za­rî bir ba­kış-açı­sı ta­lep eder. Her şey­den ön­ce de bu na­za­rî ba­kış açı­sı­nın da­yan­dı­ğı bir ger­çek­lik (ha­ki­kat) ve doğ­ru­luk (sıd­ki­yet) ta­nı­mı­na; kı­sa­ca bir yön­te­me (usûl) ge­rek­si­nim du­yar. Gö­rül­dü­ğü üze­re, eleş­ti­ri, cid­dî ve yo­ru­cu, il­mî bir ça­ba­yı ge­rek­ti­rir. Bu ko­şul­la­rı ger­çek­leş­tir­me­yen bir ta­raf alış öv­gü­ye, kar­şı çı­kış ise söv­gü­ye dö­nü­şür. İs­ter öv­gü is­ter söv­gü ol­sun, her iki du­rum da eleş­ti­ri­le­cek ko­nu hak­kın­da­ki ce­ha­let­ten kay­nak­la­nır. Öv­gü ve söv­gü, ya­zı-tu­ra gi­bi, ay­nı ce­ha­le­tin iki fark­lı gö­rü­nü­şü­dür. Ce­ha­let, so­ru­nu çöz­me­ye, ak­lı ik­na et­me­ye de­ğil, ka­rış­tır­ma­ya, duy­gu­la­rı tat­min et­me­ye ya­rar. Duy­gu­la­rı tat­min ol­muş vic­da­nı ra­hat in­san ise, ge­ce hu­zur­lu uyur.
Ben­zer du­rum, ta­ri­hi­mi­ze mal ol­muş ki­şi­lik­le­ri, ölüm ya da do­ğum yıl dö­nüm­le­rin­de an­ma ama­cıy­la dü­zen­le­nen çe­şit­li ulus­la­ra­ra­sı ya da ulu­sal sem­poz­yum, pa­nel ve top­lan­tı­lar­da su­nu­lan bil­di­ri­ler­de ya da ta­ri­hî ko­nu­lar­da ka­lem oy­na­tan ya­zar­la­rın ya­zı­la­rın­da da gö­rül­mek­te­dir. Öv­gü ve söv­gü­nün aya­rı­nın ka­çı­rıl­dı­ğı bu tür or­tam­lar­da bil­gi de in­san­la­rın kor­ku ve ümit­le­ri­ne gö­re dü­zen­len­mek­te; ha­ki­kat göz­den ka­çı­rıl­mak­ta­dır. Hal­bu­ki, ta­rih, gün­lük kor­ku­la­rı­mı­zın ya da ümit­le­ri­mi­zin gi­de­ri­le­ce­ği bir kay­nak de­ğil­dir. El­bet­te ta­ri­hî hâ­di­se­ler ib­ret ve kuv­vet al­mak için, o ta­ri­he men­sup bi­rey­ler ta­ra­fın­dan kul­la­nı­la­bi­lir­ler; an­cak bil­gi ko­nu­su kı­lın­dık­tan son­ra… Ter­si du­rum­da yan­lış bil­gi, yan- bir du­ruş do­ğu­ra­ca­ğın­dan yan-lı-ş so­nuç­la­ra ne­den ola­bi­lir. Çün­kü bil­gi de yan-tut­mak, doğ­ru yol­dan ay­rı­lıp yan-yo­la gir­mek de­mek olur ki, bu da bi­zi ka­çı­nıl­maz ola­rak yan-lı-şa gö­tü­rür. Ka­dim fel­se­fî kül­tü­rü­müz­de hatt-i müs­ta­kîm, din di­lin­de ise sı­rat-i müs­ta­kîm di­ye ad­lan­dı­rı­lan du­rum, bil­gi­de­ki yön-de­me kar­şı­lık ge­lir ki, yö­nü olan bil­gi doğ­ru (müs­ta­kîm), ol­ma­yan bil­gi ise yan-lı-ş-tır; yan-yol­la­ra sap­mak­tır.
Taş ye­rin­de ağır­dır; ki­şi, ol­gu ve olay da öy­le. Bir ta­ri­hî ki­şi­li­ği ya da ko­nu­yu ye­rin­de ele al­mak, o ki­şi­yi ve ko­nu­yu doğ­ru ye­re oturt­mak de­mek­tir. Gün­lük si­ya­sî pro­je­ler­de meş­rui­yet ara­cı ola­rak kul­la­nı­lan ta­ri­hî ki­şi ve olay­lar çar­pı­tı­lır­lar; bu sü­reç bir sü­re son­ra tah­rif edil­miş bir ta­rih res­mi­nin or­ta­ya çık­ma­sı­na ne­den olur. Bo­zuk bir mik­ros­kop ya da te­les­kop­la in­şa edi­len do­ğal ger­çek­lik ne ka­dar do­ğa­ya uy­gun­sa bo­zuk bir kav­ram­sal çer­çe­vey­le in­ce­le­nen ta­ri­hî bir ger­çek­lik de o ka­dar ta­ri­he uy­gun ola­cak­tır. Bir mil­le­tin ta­ri­hi­ne iliş­kin res­mi, ta­sav­vu­ru bil­gi­ye de­ğil de yal­nız­ca öv­gü ya da söv­gü içe­rik­li duy­gu­ya da­ya­nır­sa, o mil­let ta­rih­te­ki yö­nü­nü bu­la­maz. Bu ne­den­le, sık sık tek­rar et­ti­ği­miz üze­re, ta­rih an­cak ve an­cak ge­le­ce­ğe iliş­kin pro­je­si olan mil­let­ler için an­lam­lı­dır; sa­de­ce öven­ler için tat­min edi­ci bir nos­tal­ji, sa­de­ce sö­ven­ler için ise kur­tu­lun­ma­sı ge­re­ken bir yük
Unu­tul­ma­ma­lı­dır ki, ha­ki­ka­te iliş­kin bil­gi, kur­tu­luş sun­maz; bel­ki de ak­lî bir saa­det sağ­lar; kur­tu­luş ise si­ya­se­tin ama­cı­dır. Hiç­bir fel­se­fî man­zu­me, sa­vaş ka­zan­mak; hiç­bir si­ya­set de ha­ki­kat üret­mek zo­run­da de­ğil­dir. Ama yi­ne unu­tul­ma­ma­lı­dır ki, si­ya­set, bir ha­ki­ka­tin si­ya­se­ti ise me­de­ni­yet ya­ra­tır; si­ya­sî ama­cı ha­ki­kat ha­li­ne ge­ti­rir­se, Mo­ğol­lar ya da ABD’li­ler gi­bi bü­yük bir yı­kım­dan baş­ka bir şey de­ğil­dir. Ya­kın ta­ri­hi­mi­zi de ay­nı çer­çe­ve içe­ri­sin­de de­ğer­len­di­re­bi­li­riz: Han­gi dün­ya gö­rü­şü­ne men­sup olu­nur­sa olun­sun, ha­ki­ka­ti ol­ma­yan bir kur­tu­luş si­ya­se­ti ara­yı­şı

Paylaş Tavsiye Et