“Niye böyle yaptın memleketim, niye azgeliştin?” Oğuz Atay
“İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan!”
Vizontele
GEÇTİĞİMİZ Eylül ayında yaklaşık otuz yıldır Amerika’da yaşayan ve aslen İzmir Levantenlerinden olan bir sanat tarihi profesörü ile New York’ta uzun bir sohbetimiz olmuştu. Hazret, Türkiye’nin “aydınlık geleceği” için endişe duyuyor, bu doğrultuda Amerika’daki Türk akademisyenlerin irticai faaliyetlerini rapor etmek de dâhil olmak üzere birtakım fiilî icraatlarda da bulunuyordu. Ne kendisi ne çocukları ne de torunları için Türkiye’de bir gelecek öngörmediğini, yaşadığı coğrafyada kendisini bulduğunu açıkça ifade ettiği halde Türkiye’nin kaderinin ‘gerici’lerin eline geçmemesi onu yakinen ilgilendiriyordu. Bir sanat tarihçisi olarak Türkiye ile ilgisini sormuştum ve söz nasılsa Süleymaniye Camii’ne gelmişti. Hazret, bir sanat tarihçisi bilimselliğiyle Süleymaniye Camii’nin hakiki bir sanat eseri olarak değerlendirilemeyeceği tespitini yapmıştı.
O vakit, bundan tam on altı yıl önce, henüz bir lise öğrencisi iken Stuttgart’ta tanıştığım bir Türk geliverdi aklıma. Kendisi, 12 Eylül’ün hemen sonrasında yurt dışına kaçan ve benim onunla tanıştığım dönemlerde hâlâ yurda giriş izni bulunmayan eğitimli bir sosyalistti. Bir Alman ile evlenmiş, kendi ifadesiyle ondan iki “Alman” çocuğu olmuştu. İdeolojik istikametinden ve iddialarından taviz vermediğini düşünüyor, ‘uğraş’larını da sürdürüyordu. Ne var ki, arafı, sıkışmışlığı, arada kalmışlığı gündelik hayatında en ince ayrıntısına kadar yaşıyor, bunun ıstırabını da muhatabına hissettiriyordu. Bir keresinde, Türkiye’de iken bir kez bile gidip görme ihtiyacı hissetmediği Süleymaniye Camii’nde doyasıya ağlamak istediğini dolu gözlerle söylemişti bana.
Şöhretli Türk piyanist ve besteci Fazıl Say’ın Süddeutsche Zeitung gazetesine verdiği söyleşide sarf ettiği “Bizim Türkiye rüyalarımız biraz öldü. Tüm bakan eşleri türban takıyor. İslamcılar kazandı, biz yüzde 30, onlar ise yüzde 70. Türkiye’yi terk edebilirim” sözlerini ilk işittiğimde zihnimde bu iki anekdot canlanıverdi. Bu sözlerdeki ima son derece açık: “Türkiye’de biz ve bizim gibilere yer yok, bizi sürgüne icbar ediyorlar.”
Yıllarını vatanından uzakta, sürgünde geçiren, modern Arap şiirinin usta isimlerinden Filistinli Mürid Barguti, sürgünün en trajik boyutunun yabancılaşma olduğunu söyler: “Sürgün çepeçevre sarar sizi. Sürgün edildiğiniz vakit, hem kendi mekanınızda hem de kendi mekanınıza yabancı oluverirsiniz aynı anda. Sürgün edilmiş kişi, öz hafızasına yabancılaşır giderek...” Sürgün, hiç kuşkusuz sarsıcı ve acı bir deneyim. Fakat şairin bahsettiği yabancılaşmanın yaşanması için sürgünde olmaya gerek olmadığı da bir vakıa. Nitekim Fazıl Say ve selefleri, söz konusu yabancılaşmayı sürgüne gitmeden yaşayanlardan.
Sürgün edilmek, sürülmek, terk etmeye icbar edilmek kendinizi nereye ait hissettiğinize bağlı olarak esas anlamını bulur. Eğer kendinizi ait hissettiğiniz bir mekandan söküp çıkarılmış iseniz gerçek bir acı hissedersiniz ve dahası bu acı sizin bütün hayati deneyimlerinize öyle ya da böyle etki eder. Yok, eğer yaşadığınız diyar, size içerisinde iken de uzak bir mekan ise ve onu terk edilesi bir mekan olarak görüyorsanız o takdirde oraya dair ne bir endişe ne bir umut taşıyabilirsiniz.
Sürgün hali, bir vuslat duygusunu da bünyesinde barındırır ki, onun yarattığı acı, gerçek ve bir o kadar da tarifsizdir. Bugüne kadar Türkiye’de bu acı tecrübeye tanıklık edenler içerisinde Türkiye’nin Batılılaşması ideali ile yetişen ve Kemalizm’i bu idealin gerçekleştirilmesi için bir araç olarak gören seçkinlerin bir yeri oldu mu? Olmadı, çünkü Türkiye’de sürgün etme makamında olanlar, devleti sanatın, bilginin, ahlakın, dinin, kültürün ve tarihin önünde gören, Batılılaşmanın en doğru paradigma, Kemalizm’in de en doğru siyaset etme biçimi olduğuna iman etmiş kadrolar oldular.
Say’ın sözleri sadece şöhretli bir Türk piyanistinin “siyasi analizleri” ya da kişisel yakınmaları olarak algılanamayacağı gibi siyaset üretmekten yoksun kimi aktörlerin yeri geldiğinde üzerine atladıkları anlamsız sözler olarak da anlaşılmamalı. Aksine bu sözler Türkiye’de kendilerini “üst-kültür” aktarımına adamış seçkinlerin zihniyeti hakkında açık ipuçlarını bünyesinde barındırıyor.
En açık şekilde Ziya Gökalp’in düşünceleri ile formüle edilen ve temelde Türk harsının Batı tehzibi ile izdivacını salık veren kültür yorumu, Cumhuriyet elitlerinin zihniyet haritasını oluşturdu. Ne var ki bu zihniyetin pratiğe aktarımı bir turist tavrı ile kendi harsına bakmak, Batı’nın tehzibini ise ideal estetik düzlemi olarak kabul etmek şeklinde cereyan etti. Pozitivist, solidarist ve mekanik bir toplum algısına sahip elitlerin sanat tasavvurları da bu algının etkisinde şekillendi. Sanatın üretimi, dağıtımı ve tüketimi de yine Cumhuriyet’in egemen modernleşme programına uygun bir çerçevede ortaya çıktı.
Bir başka deyişle Cumhuriyet’in siyasi seçkinlerinin sanata bakışı hem ideolojik hem de işlevselci bir eksende vücut buldu. Sanat, Cumhuriyet’in ideallerini topluma taşıma hedefi doğrultusunda anlam kazandı ve yine bu doğrultuda destek gördü. Sanatın kati surette bir boşluk doldurması, devletin ve toplumun selameti için bir görev icra etmesi gerektiği varsayıldı. Siyaset sanatını icra eden devletli elit, sanatın gözünden farklı dünyalar resmedenleri değil, devletin gözünden sanat ihtiyacını karşılayanları onurlandırmayı, onları devlet sanatçıları payesiyle ödüllendirmeyi yeğledi. Pozitivist akıl, nasıl toplumu ve siyaseti tahakküm altına aldıysa sanatın alanını da kuşattı.
Cumhuriyet tarihi artık çok da kısa sayılamayacak bir tarih nihayetinde. Bu süreç boyunca her ne kadar egemen yönelimlerin birçoğu kemikleşmiş, siyaset, toplum ve kültür alanında birçok uygulama kültür halini almış ise de birtakım farklılaşmalar ve dahi bazı kırılmalar da yaşandı. Nitekim bu süreçte sanatı pozitivizmin kıskacından kurtarmaya gayret eden birçok Cumhuriyet eliti çıktı sahneye. Onlar sanatı özgürleştirmenin uğraşı içerisinde farklı sanat yorumlarına kapı aralama cesareti gösterseler de, aynı yaklaşımı toplumsal ve siyasi süreçler söz konusu olduğunda ortaya koymaktan özellikle kaçındılar.
Çünkü “üst-kültür”ün hangi pozisyonunda konuşlanırsa konuşlansınlar, siyasete ve topluma sanatın önüne açtığı imkanlar bağlamında değil, ilerici-gerici, pozitivizm-irtica denklemi ekseninde bakmayı yeğlediler. II. Meşrutiyet döneminden beri bir tabu olan ve hiçbir gerçek karşılığı olmamasına rağmen, yıllar yılı bütün siyasi krizlerin gerekçesi haline getirilen irtica miti, siyasi bir güvenlik takıntısının ve korku kültürünün inşasını beraberinde getirdi. “Ortaçağ karanlığı”ndan duyulan korku ve endişe nedeniyle bizde sanatçı ve general arasındaki mesafe hep kısa kaldı.
Modern Türkiye’de sanatçıların büyük bir kısmının iktidara teslim olmaları, devletin imkanlarını arkalarına alarak sanat icra etme arzuları ve muhalefet haklarından bile isteye vazgeçmeleri mekanik bir eğitim ve sosyalleşme sürecinden geçmiş olmalarıyla sanıldığından çok daha fazla alakalı. Bu sanatçılar, her biri itaatkar vatandaşlar olmak üzere eğitilen, felsefeden, eleştirel düşünceden nefret eden bir anlayışla yoğrulan, pratik ve işlevsel bilginin üstünlüğüne ikna edilen nesiller içerisinden çıkan, çoğu zaman da seçilip çıkarılan figürler.
Onların tepeden-inmeci radikal değişim süreçlerine olan yakınlıkları ve aydınlanmacı despot tavırları, söz konusu sosyalleşme süreçleri ile alakalı. Toplumun hakiki değerlerine yabancılaşmış Batıcı sanatçılar kuşağının inşası, felsefe ve eleştiriyi lanetleyen, onun yerine atölye ve laboratuarı geçiren bir eğitim zihniyetinin ürünü ve bu zihniyet Kemalizm marifetiyle teşekkül etti.
Ve işte onlar da, Süleymaniye ile hiçbir zaman bir ünsiyet kurmayı denemeyecek, estetizmi bir tür hegemonya aracı haline getirerek toplumu hamur gibi şekillendirmenin yollarını arayacaklardır. İşte onlar uzağında kaldığında Süleymaniye’yi hiçbir şekilde özleyemeyeceklerdir. Oysaki bu topraklar, uzağında kaldığında Süleymaniye’yi özleyebilecek olanlar için gerçek bir vatandır ve bu vatan için ancak ve ancak onlar umut ve endişe sahibi olabilirler. Hasbelkader içerisine doğduğu topluma ve onun kültürüne karşı bir düşman tavrı ile yaklaşanların bu topraklara dair ümit ve endişeleri ne kadar sahici olabilir ki?
Paylaş
Tavsiye Et