DİNÎ-kültürel yaşamın denetimini yapan devlet olgusundan zihniyet olarak kopuşların gizli ya da açık emarelerini görsek de, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun tüm işlerliğiyle ayakta durması, farklılıklara eşit mesafedeki devlet iddiasında haklı olarak kafa karışıklığına neden oluyor. Alevilikle ilgili tartışmaların bugüne kadar kısır döngüye dönüşmesinin nedeni, hem Alevilerin kendi içlerindeki doktrinel karmaşa ve bu karmaşadan doğan sorunlar hem de sözünü ettiğimiz devlet biçiminin yeterince tartışmaya açılamamış olmasıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın laik bir devlete ne kadar uyduğunun ciddi bir şekilde sorgulanması düzeyine henüz gelememiş olsak da, toplumdaki farklılıklara tanınan haklar noktasında devlet anlayışımızda meydana gelen göreceli değişimi hesaba katabilir, önceki dönemlerden daha ümitvar olabiliriz. Bunu hem konjonktürel nedenlere hem de mevcut iktidarın iradesine bağlayabiliriz.
Aslına bakılırsa kültürel çeşitliliğe yapılan muamele iç ve dış baskılar eşliğinde ciddi bir meşruiyet krizine dönüşebilirken, bugün hiçbir iktidarın Alevilerin şikayetlerini görmezden gelme lüksü kalmadı. Üretilen yeni çözümlerin ne derece yaratıcı olduğunu ileriki günlerde göreceğiz. Tabii sorunun diğer ayağı olan Alevi cephesinde uzlaşı adına bütün koşulların yerli yerinde olduğunu söylemek fazlaca iyimserlik olur. En son diyalog çabasının AK Parti milletvekili Alevi entelektüel Reha Çamuroğlu’ndan gelmesi, Alevi cephesinde mutabakat olduğu anlamına gelmiyor elbette ki. Çamuroğlu’nun girişimiyle düzenlenen iftar yemeğine Başbakan Tayyip Erdoğan’ın davet edilmesi ve kendisinin de katılacağını, Alevilerle birlikte oruç açacağını söylemesi, toplumun genelinin aksine farklı Alevi kesimler tarafından diyalog çabası olarak algılanmadı. Bazı Alevi derneklerince davetin baştan reddedilmesi ve diyaloğa hiçbir şekilde kapı aralanmaması geçmişte kaldığı düşünülen düşmanca tutumların kimi çevrelerce hâlâ devam ettirildiğini gösteriyor.
Karacaahmet Sultan Kültürünü Yaşatma ve Tanıtma Derneği İkinci Başkanı Cemal Şener’in yemeğe katılmayacaklarını bildirmesi ve daveti bir asimilasyon çabası olarak nitelendirmesi, devamında da “Alevilerin Emevi sofrasında iftar açmaya gelenekleri müsait değil” sözleriyle karşılık vermesi yüzyıllardır süren husumet kültürünün hâlâ çok canlı olduğunu ortaya koyuyor. Koşullar ne olursa olsun bu husumeti aşmaya hiç kimsenin gücünün yetmeyeceğini gösteren düşündürücü tutumlar, düşmanlık üzerinden belirsiz ve tehlikeli bir gelecek inşa etme projelerini akla getiriyor. Cem Vakfı Başkanı Prof. İzzettin Doğan’ın yaklaşımı ise geçmişteki çizgisine kıyasla oldukça ılımlı; en azından bu görüşmeye bir başlangıç olma şansı veriyor. Önceki yıllarda da farklı iktidarlarla benzer yakınlaşmalar yaşandığından ve sonuç alınamadığından doğal olarak görüşmelere yapılacakların taahhüt edilmesi ile başlamak istiyor. Alevi cephesinden birbirine zıt sesler yükselse de bu davetin geniş bir Alevi kesimde olumlu beklentiler oluşturduğu aşikâr.
Hükümetin ise Aleviliğin kendi içindeki karmaşadan ne kadar haberdar olduğu, meseleye nasıl yaklaşmayı düşündüğü, kendi yaptığı tanımlamanın ne kadar doğru olduğu ve mevcut Diyanet İşleri’ne rağmen bu meselenin içinden nasıl çıkacağı merak konusu. Hiç şüphesiz Çamuroğlu’nun süreçteki varlığı Aleviler ve hükümet arasındaki diyalog adına çok ciddi bir şans. Yine de Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu’nun “Aleviler kendilerini tanımlarsa çözüm kolaylaşır” şeklindeki açıklaması anla(şıla)mamaya ilişkin şüpheleri doğruluyor.
Sosyolojik bir olgu olarak Aleviliği ele alırken ilk önce belirtilmesi gereken, geleneksel Alevilik ile modern Alevilik arasındaki farktır. Bugün Alevilerin kimlik taleplerinden söz ettiğimizde, tarihsel olarak Aleviliğin ne olduğundan değil politik karakterli bir dinî-kültürel oluşumdan söz ediyoruz demektir. Geniş bir coğrafyaya yayılması ve çok değişik kültürlerin etkisi altında olması Aleviliğin çeşitlerini çoğaltmış, şifahi bir kültür olmanın da etkisiyle kendi içindeki ontolojik tartışmalar her zaman devam etmiştir. Her ikisine yani geleneksel Aleviliğe de modern Aleviliğe de ilişkin mevcut tanımlamalardaki karışıklık ortaya konulan sorunların çözümünü bir hayli zorlaştırmıştır.
Neyin ontolojik bir tutum, neyin konjonktürel-politik bir tavır olduğunun belirsizliği her zaman olduğu gibi bugün de özelikle Alevi olmayanlar nezdinde anlam kargaşasına yol açıyor. Bu kargaşadan çıkan indirgemecilik “Alevilik, Ali sevgisidir” şeklinde olunca da büsbütün yok say(ıl)ma psikolojisi ile taraflar arasında husumet baş gösteriyor. 80’lerin sonunda ve 90’lı yıllarda Alevilikte görülen uyanışı bu noktaya getiren işte tam da bu karmaşadan doğan indirgemeciliktir. Bu indirgemeciliğin aşılmasında hem Alevilere hem de karşı tarafa önemli görevler düşüyor.
Öncelikle çözüme ulaşmak için Aleviliğin, muhalefet kültürü olarak estetize edilen husumet geleneğini yenip, iyi niyetli bir çaba ile içsel bir bütünleşme ya da ortak paydalar oluşturup kendini tanımlama gayreti içinde olması gerekir. Bunu yapmak mevcut Alevi inanışlarını tektipleştirmek anlamına gelmez. Çeşitli Alevi inanışları, çerçevesi çizilmiş bir din ya da kültür muamelesi görmek istiyorlarsa politik ayrışmalardan asgari doktrinel bir bütünleşmeye doğru yol almalıdır. Aksi takdirde meselenin bugünkü tıkanmışlığını aşmak mümkün değildir. Diyanet’in bütçesinden pay isteme, ders kitaplarında Aleviliğin yer alması gibi haklar ancak tutarlılıkla mümkün olabilir. Taleplerdeki tutarsızlık ve doktrinel ayrışmalar kadar meseleyi kronikleştiren bir husus da Alevi yayınlarının çoğunda görülen çağdaşlık-laiklik vurgusudur. Şifahi kültürün belirsizliğinin yol açtığı muğlaklık Alevi vatandaşların modernleşme sürecinde kendilerini görece özgür/modernitenin nimetlerine açık hissetmelerine yol açmış olsa da aynı derecede siyasi iktidarlar tarafından hafife alınmalarına neden olduğu akılda tutulmalıdır. Bu alt pozisyonu laiklik ve çağdaşlık vurgusu ile tamamlama ise merkeze yakınlaşma motivasyonuna yorulmuş, çoğu zaman samimi bulunmamış ve sol iktidarlarla girişilen karşılıklı birbirini kullanma durumuna yol açmıştır. İşin kötüsü laiklik vurgusu çoğu zaman İslam karşıtlığı üzerinden yürütüldüğünden Aleviliğin İslam’ın bir yorumu olduğu şeklindeki açıklamalar da sahiciliğini yitirmiştir. Bu durumda Diyanet’te temsil edilme hakkı isteme beyhude bir çabaya dönüşmüştür.
Ne İslam’la ne laiklikle ne de içinde yaşadığı toplumla yeterince ‘dost’ olabilen büyük bir Alevi kesimi, ancak bitmez tükenmez muhalefetiyle ‘var’ olabilmiştir. Böylece Aleviliğin temel değerlerinden olan eşitlik-kardeşlik vurgusu en çok zararı görmüş, değerler karmaşasında boşluk doldurma işlevini yerine getirmiştir. Toplumdaki demokrasi sınavlarında ne yazık ki durdukları kaygan zemin, talepler noktasında netleşememe ve ortak bir söylem tutturamama ile birleşince bugün hem tüm toplumun hem de iktidarın önüne çözülmesi zorunlu bir yığın sorun koymuştur. Buna rağmen geçmişte yaşananlardan ders çıkartma ve diyalog çabalarını heba etmeme şansı hâlâ önümüzde duruyor.
Paylaş
Tavsiye Et