İNSANLAR ARASI bildirişimi ve iletişimi sağlayan dilin, yalnızca biçimsel bir özellik kazanarak, anlam ve değeri atlaması, o dili kullananlar arasında safsatanın artmasına, giderayak bir bildirişim ve iletişim bunalımına neden olur; bunalım da bir iç-çatışma doğurur. Özetle, bir dili konuşmak ile bir dilin taşıdığı duyguları paylaşmak, sağlıklı bir iletişim ve bildirişimin asgari koşuludur. Bu koşulun bulunmadığı yerde, bildirişim değil buyurma; iletişim değil baskı ortaya çıkar. Buyurma ve baskının araçları ne kadar değişik olursa olsun, gücün yukarıdan aşağıya belirlediği; bireylerin yaşama kaygısını kullanan; tekliften çok tehdidin geçerli olduğu; değil eleştiriyi, soru sormayı bile kaldırmayan; her soruyu varlığına kasıt olarak değerlendirip çözüm yerine, kaynağı tahrip eden; kısaca varlığını başkasının yokluğunda bulan; amacı için her türlü aracı kullanmayı meşrû gören, yok edici bir zihniyet hâkim olur. Yukarıda özetlenen durum günlük yaşama koşullarında geçerli, hayatın, bir arada var olmanın, deyiş yerindeyse, iki kişinin arkadaşlığından bir köyün kurulmasına, hatta bir şehrin inşasına değin işbaşında olan en temel ilkedir. Denilebilir ki, hayatı olanaklı kılan, dilin biçimsel yapısından çok, -ilkece ona dayansa da- duygusal yapısıdır.
Günlük yaşamın ötesinde, düşünce hayatının inşasında dilin işlevi daha da karmaşıklaşır. Düşüncenin sağlıklı bir biçimde dile getirilmesi, bizatihi dilin sağlıklı olmasını gerekli kılar. Sözcüklerin anlamı, kavramı ve yönletimi göz önünde bulundurulmaksızın yapılacak her konuşma, denilmek istenileni ortaya koymaktan çok, ortalığı karıştırmaya yarar. Sözcüklerin anlamıyla oynamak, kavramları gelişigüzel kullanmak, referanslarını sıkça değiştirmek, anlaşılmayı, anlaşmayı engeller; çünkü her bir durumda da anlam, elden kaçar. Öyle ki, düşünce hayatındaki anlaşmazlık, günlük hayattaki iletişimsizliği besler, bunalımı derinleştirir.
Hem günlük hem de sıradan düşünce hayatının üstünde dilin daha derin kullanımına ilişkin özel bir durum söz konusudur. Özellikle günümüzdeki her türlü tartışmada karşımıza çıkan, siyasî, iktisadî ve ilmî gücü elinde tutanların, anlamını kendi amaçları doğrultusunda belirledikleri, yargıların değişik özelliklerinden yararlandıkları, istenileni, dilin tüm olanaklarını kullanarak elde ettikleri bir durumdur bu… Bu durum kısaca şudur: Karşı tarafı susturmak için, tartışma esnasında, kavramların mahiyetine ilişkin yargıda bulunurken; uygulamada kavramın referansını kendi amaçlarına göre belirlemek… Örnek olarak “İnsan hakları” konusunda konuşulurken, hem insan hem de hak kavramının mahiyetini merkeze alıp yargıda bulunduğunuzda insan olan hiç kimse size karşı çıkmaz, çıkamaz; ancak bu kavramın dış-dünyadaki referansını güçlü olan belirler; itiraz edildiğinde ilk duruma geri dönülerek karşıdaki kolayca susturulur.
Konuyu daha iyi temellendirmek için bu tür yargılarla ilgili daha fazla teknik bilgiyi, hafifleterek, vermeye çalışalım: Bir kavramın mahiyetini dikkate alarak verdiğimiz yargılar hakiki yargılar; dış dünyadaki bireylerini göz önünde bulundurarak verdiğimiz yargılar ise haricî yargılar adını alırlar. Bu nedenle hakikî yargılar, kavramın tümel doğasına ilişkindir ve mekan-zaman boyutuna bağlı değildirler; kısaca insan derken şu mekanda ve şu zamanda bulunan herhangi bir insanı kast etmeyiz; bizatihi insan-olmaklığı anlarız; yargılarımızı da bu insan-olmaklık üzerine veririz. Hakiki önermeler, hiçbir biçimde sınırlandırılamaz; çünkü kavramın doğası dış-dünyadaki var olanlardan çıkartılsa bile onlara hasredilmez. Hakiki olan, mekan-zaman’dan olduğu kadar, hem halihazırdaki hem de takdir edilecek var-olma durumlarından da bağımsızdır. Bir kavramın dışarıda bulunan belirli sayıdaki bireyleri için yargıda bulunmak ise haricî önerme adını alır. Başka bir deyişle haricî yargı aynı özelliği paylaşan belirli sayıdaki bir öbeğe ilişkindir. Mekan-zaman bağımlıdır ve özellikle halihazırda, bilfiil var olmayı gerektirir.
Günümüzde bilimsel önermelerin pek çoğu ilk bakışta hakiki önermeler gibi algılanır. “Su, yüz derecede kaynar” dediğimizde, bu özelliğin suyun doğasına ilişkin olduğu söylenebilir; ancak “belirli koşullarda”yı eklediğimizde, bu özelliğin suyun bizatihi doğasının değil belirli koşulların yarattığı bir özellik olduğu fark edilir. “Isınan demir, genleşir” denildiğinde de genleşmenin demirin tümel doğasından kaynaklandığı söylenebilir. Ancak, genleşme, mekan-zaman üstü olmadığı gibi yalnızca bilfiil var olan demirler için geçerlidir. Dinî önermelerde de benzer özellik söz konusudur: “Domuz eti haramdır” dendiğinde, kast edilen domuz adlı hayvanın mahiyeti, doğası değil (çünkü mahiyet, değer, kısaca sıfat taşımaz), mekan-zamandaki bireyleridir. Dolayısıyla dinî önermeler de, hakiki olmadıklarından, yargılarını şeylerin tümel doğalarına değil, dış-dünyadaki gerçekliklerine, var olmalarına yüklerler; bu nedenle de haricîdirler.
Bu kısa ve basit teknik açıklamadan sonra, “insan hakları” tamlamasına dönersek, tartışmaların, tanımlamaların insanın mahiyetine göre yapıldığını, ancak uygulamanın dış-dünyadaki bireylerine göre değiştiğini söyleyebiliriz. İşte bu nedenledir ki, insan bireylerini sevemeyenler, insanlık kavramına sığınırlar. Benzer durum, yakın zamanda Türkiye’de, “tarih bilinci” tamlaması etrafında devam eden tartışmalarda da ortaya çıktı. Hem tarih hem bilinç kavramının hem de ikisinden kurulu tamlamanın mahiyeti, hele bizim gibi bu konuda oldukça zayıf bir millet için, itiraz edilemeyecek derecede açıktır. “Tarih bilinci” tamlaması üzerinden yürütülen tartışmalar, kavramların tümel doğalarına ilişkin olduklarından hakiki önermelerdir. “Tarih bilinci -dır/dur” gibi verilecek her yargı, yine hakiki olduğundan karşı tarafı bağlayacak, hem tümel hem de mekan-zaman üstü yapısı her türlü itirazı daha baştan bertaraf edecektir. Uygulamaya gelindiğinde ise, tarih kavramının sıfatı, dolayısıyla harici bireyleri ortaya çıkacak, “hangi tarih?”, “kimin tarihi?” soruları önem kazanacaktır. Öyle ki, Selçuklu-Osmanlı dönemine ilişkin yüzlerce cami, köprü ve benzeri tarihî eser yerle bir edildiğinde ortada görünmeyen kişiler bir yıkık Doğu Roma (Bizans) sarayı üzerinde yeni bir bina yapılacağı zaman, tarih bilinci kavramına sığınıp kıyameti koparacaktır. Bu tür kişiler aslında, terörizm konusunda da şahit olduğumuz gibi, herhangi bir kavramın mahiyeti üzerinde konuşurken gizli bir gündeme sahiptirler. Bunun böyle olmadığı düşünce aşamasında değil ancak ve ancak uygulama aşamasında tespit edilebilir. Tartışma, yap!
Hayat, sıfatı olmayan mahiyetler üzerinde inşa edilen yargılara indirgenemez; çünkü hayat, mekan-zaman içindeki var-olanlara bağlıdır. İşaret edemediğimiz mahiyetleri aklî seviyede tartışırız; ama yaşamın içerisinde eyleme bakarız; davranışı esas alırız. Aşk kavramının mahiyeti üzerine düşünene âşık denmez, filozof denir. Bize tarih bilincinden, insan haklarından, kardeşlikten, bir-arada yaşamaktan, özgürlükten, vs… bahsedenler bunları göstermeliler, aksi takdirde yalnızca konuşmuş olurlar; hayata ilişkin düşündüklerini eylemeyenleri ise ciddiye almak zorunda değiliz; bırakalım konuşsunlar; kendilerini tüketsinler. Çünkü mum yanar ama tükenir…
Paylaş
Tavsiye Et