Yönetmen-Senaryo: Çağan Irmak
Oyuncular: Çetin Tekindor, Hümeyra
Yapım: Türkiye, 2007, 89 dk.
Düzeni bozulmuş bir köye, çocuklara masallar anlatan bir seyyah olan Zekeriya gelir. Her köy gibi bu yerin de iyileri ve kötüleri vardır. Zekeriya’nın beraberinde getirdiği sırlar, anlattığı masalla birlikte açığa saçılmaya başlar. Masal giderek hem Zekeriya’nın hem de tüm köyün hakikatine dönüşür.
Masallardan ilhamla zamansız ve mekansız bir öyküye sahip olan Ulak, çürümenin başladığı bir toplulukta gözlenen Mesihyen bir bekleyişi anlatır. Zekeriya’nın masal kahramanı olan ve insanları rahatsız edecek de olsa her daim doğruları söyleyen “Ulak İbrahim”in hikayesi, aslında tüm masalların atası olan kutsal kitaplardaki kıssaların minyatür bir anlatımı niteliğindedir. Karakterlerin isimlerinin peygamber kıssalarından seçildiği ve semavi dinlerin yanı sıra Şamanlık gibi pagan dinlere de doğrudan göndermelere sahip filmde, bir tür “yamalı din” anlayışının hâkim olduğunu söylemek mümkün.
Daryush Shayegan, gelenek ile modernlik arasında kalmış toplumların karakteristik özelliği olarak tanımlar “yamalama”yı. Bunun çoğu zaman bilinçsiz bir işlem olduğunu belirten Shayegan’a göre “Yamalama gerçekliği içi boş bir söyleme indirger; ya eski bir içerik üzerine modern bir söylemi, ya da yeni bir zemin üzerine geleneksel bir söylemi oturtur. İki işlemin de yol açtığı sonuç aynıdır: Çarpıklık.”
Babam ve Oğlum’daki baba-oğul çatışmasını Ulak’da biraz daha genişleterek ebeveynler-çocuklar versiyonunda devam ettiren Çağan Irmak’ın da, aydınlanmacı, ilerlemeci bir politik söylemi, kutsal hikayelerden yapılmış bir çorbaya yamaladığını söylemek mümkün. Filmde dünya hayatını simgeleyen köy, Maniheist bir iyiler-kötüler savaşına sahne olsa da özü itibarıyla Hıristiyanlık’taki dünya tasavvuru gibi kötücüldür. Ancak “ileride” olan, yani gelecek, her zaman geçmişten daha iyi olacak; Ödip kompleksli çocuklar babalarını yenecek ve yeni bir dünya kurmak için başka diyarlara göç edecektirler.
Irmak anlatım yapısı bakımından, söyleyen, düşleyen, rivayet eden şeklindeki üç gerçeklik düzleminden masal çatısını ustalıkla sinematografiye dönüştürse de film, teyatral diyalogları, karikatür ve kimi zaman Babam ve Oğlum’daki karakterlerin etkisinden sıyrılamamış oyunculukları nedeniyle tökezliyor. Anlatı bağlamında ise politik, dinî, toplumsal ve mitolojik gönderme taarruzuyla çok şey anlatacağı hissini uyandırsa da, son kertede “biz büyüdük ve kirlendi dünya”, “gelin canlar bir olalım”a varan güdük bir içeriğe sahip.
Modernleşmenin “geleneğe ait ne varsa”, ondan utandırma mekanizmasıyla yürütüldüğü Türkiye’de Batılılaşmayı memleketin önündeki tek kurtuluş olarak gören seçkinlerin gözünde din de bu yolda sırtımızdan atılması gereken bir yük olarak algılanageldi. Siyasi ve sosyal olandan sanata kadar uzanan bu algı, üretilen her işte de kendini aşikâr kılıyor. Bu anlamda bunca bastırılmış olmasına rağmen son dönemde Türk sinemasında dine -sağlıksız biçimde olsa da- yoğun yönelime baktığımızda, bu seçkinler için dinin, korku filmlerindeki “bir türlü ölmeyen ceset” niteliğinde olduğunu söylememiz mümkün. /Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen-Senaryo: Giuseppe Tornatore
Oyuncular: Tim Roth, Pruitt Taylor Vince
Yapım: ABD, 1998, 120 dk.
1900 önce bir rakamdır, sonra transatlantike bırakılan ve oradaki bir kömür işçisi tarafından büyütülen kimsesiz bir çocuğun ismi olur. Karaya ayak basmaksızın geçen bir hayata sahip 1900, 20. yüzyılın başında Amerikan rüyasına Avrupa’dan göçmen taşıyan gemide, notaları adeta konuşturduğu piyanosuyla kendi efsanesini yaratır. Resmî olarak hiç varolmamış 1900, içine doğduğu gemiyle aynı kaderi paylaşmayı tercih edecektir.
“İçinde yaşanan ve onsuz yaşayamayacağınızı düşündüğümüz her yer evdir” fikrine sahip film, sınırsız seçim şansının ürkütücülüğü üzerinden şehir hayatına eleştiri okları fırlatıyor. Klasik sinema kalıplarına uygun biçimde çekilen, müzik ve sinemanın adeta dans ettiği 1900 Efsanesi, Tim Roth’un mükemmel oyunculuğu, Ennio Morricone’nin naif müziği, 1900’ün, geminin balo salonunda frensiz piyanonun üzerinde dalgalı okyanusa uygun bir ritimle bir köşeden diğerine savrulduğu unutulmaz sahnesiyle klasikler arasında yerini alıyor. /Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen-Senaryo: Wong Kar Wai
Oyuncular: Benjamin Kanes, Norah Jones
Yapım: Fransa/Hong Kong, 2007, 111 dk.
Henüz taze olan aşkının acısını unutmaya çalışan Elizabeth, kendisini bir pastacı dükkanında bulur. Kırık kalpler kulübü görevi gören pasta dükkanı, benzer acılarla boğuşan bir çok insana tanıklık etmiştir. Jeremy’nin yani dükkanın sahibinin aşkının da son durağıdır pastacı dükkanı. Elizabeth, sevgilisinin onu terk edip yerine başka birisini koymasının ardından, saldırgan tavrını kısa sürede törpüler ve kendine bir yol haritası çizer. Hayatındaki her şeyi ve duygusal olarak yakınlaşmaya başladığı Jeremy’yi geride bırakarak Amerika sınırları içerisinde bir yolculuğa çıkar. Yol uzadıkça başka hayatlara tanıklık etme şansı bulan Elizabeth, garsonluk yaparak hayatını devam ettirirken, kendisinden çok daha büyük sıkıntılarla boğuşan insanlara rastlar. Polis Arnie ile eşinin hastalıklı evliliğine ve babasıyla sorunlar yaşayan kumarbaz Leslie’nin hayatına biraz daha yakından tanıklık eder. Farklı sorunlarla boğuşan insanları tanıdıkça kendi acısını ufaltan Elizabeth’in son durağı yine pastacı dükkanı olur.
Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olan Benim Aşk Pastam alışageldiğimiz bir Wong Kar Wai filmi değil. 2046 ile Uzakdoğu’dan kopup Batı’ya doğru yol almaya başlayan yönetmen son filminde, içindeki Batı hayranlığını kendince görselleştirmeye çalışmış. Amerikalı ve İngiliz oyuncularla kendi vatanının uzağında, kendi hassasiyetleri ile film çekmeye çalışan Wong Kar Wai, Benim Aşk Pastam ile Aşk Zamanı’ndaki inceliğin yanına yaklaşamasa da Hollywood’a üst bir ayar çekerek yeni bir aşk filmi yapmayı başarmış. Yönetmen iki kişi arasındaki fiziksel mesafenin göreceliğinden yola çıkarak yine romantizme öncülük ediyor, ama bu sefer ortaya diğerleri kadar şiirsel bir film çıkmıyor. Aşk çemberinde dolanan Wong Kar Wai, diğer filmlerinde olduğu gibi imkansız, platonik, sancılı aşkları güzel kadınlarla buluştururken bu sefer seyircisini biraz arada bırakıyor. Aşk Zamanı’nın estetize edilmiş kanatlarından yoksun filmini Amerika’ya götüren yönetmen, yabancısı olduğu bu yerde dik durmakta zorlanıyor. Kendine has renklerini, atmosferini, karakterlerini ve hikayesini vatanından bu kadar uzak bir yere yerleştirmeye çalışınca, birçok şey yapıştırılmış hissini beraberinde getiriyor. Kendini seyyah misali yollara vurarak aşk acısını hafifletmek Doğu’ya özgü bir mistisizmdir ve bu karakteri Norah Jones’un oynaması yönetmenin engelleyemediği suniliğin en belirgin hallerinden biri. Filme bütünüyle bakıldığında ise sıradan bir aşk filminin ötesinde arayışlar barındırdığı söylenebilir. Acının adı ne olursa olsun, hayatın her türlüsünü kaldırabilecek bünyesi ve başka hayatların birbirinden bağımsız sürekliliği filmin bütününü anlamlı kılıyor. /Esra Bulut
Tavsiye Et