ALMANYA Ludwigshafen’da Türklerin yaşadığı bir evde çıkan yangın sonucunda 9 kişinin ölmesi, ülkedeki “yabancılar” sorununu gün yüzüne çıkardı. Aslında saklı gizli kalan bir sorun da yoktu ortada. Sadece böyle can kaybıyla sonuçlanacak kadar talihsiz bir olay, Almanya’daki mevcut sorunun ne kadar ciddi sonuçlar doğurabileceğini ortaya koydu. Ve maalesef son yangınlar, bu sonuçların arasında can ve mal güvenliği gibi temel insan haklarına yönelik tehlikelerin de bulunduğunu öncelikle Alman kamuoyunun, sonra Almanya’daki en büyük “yabancı” topluluğu olan Türklerin ve Türkiye’nin, son olarak da tüm dünyanın dikkatine sundu. Yangınlarda can verenlere rahmet, geride bıraktıklarına da sabırlar dileyerek son olayların ne anlama geldiğini irdeleyelim.
Almanya’daki “Türkler”, Almanların yaramaz çocuk dediklerinde akla gelen ilk topluluğu oluşturuyor. Nüfuslarının diğer milletlere oranla daha fazla olması Türkleri, Alman toplumunun hakiki “öteki”si haline getiriyor. Bu “ötekileştirme” operasyonu, olumsuz imajların yazılı ve görsel medya yoluyla pekiştirilmesiyle Alman toplumunun hafızasında güçlü bir yer ediniyor. Siyah saçlı olduğunuzda ilk olarak “Türk” olduğunuzun düşünülmesi, biraz da ironik bir şekilde kendisi esmer ama saçları çeşitli renklere boyanmış gençleri karşınıza çıkartıyor toplu taşıma araçlarında. Sürekli bir dışlanmışlık, aşağılanmışlık psikolojisiyle yaşayan gençlerin küçük bir azınlığı bu durumu motivasyon aracı olarak kullanıp okul ve iş hayatlarında başarılı olurken; büyük çoğunluk bunun üstesinden gelemeyip toplumun “kaybedenleri” arasına giriyor. Hem Alman hem de Türk makamlarının uzunca süredir devam eden bu durumu önemsememeleri ve Alman toplumunun Türklere taktıkları “misafir işçi” tanımından hâlâ vazgeçmeyip onları kabullenememesi, entegrasyon, asimilasyon, birlikte yaşam gibi çeşitli çözüm önerileriyle aşılmaya çalışılan sorunun alanını daha da derinleştiriyor.
Tüm bu sıkıntılardan oluşan zeminin üstüne gelen can kaybıyla sonuçlanan yangınlar, bardağı taşıran son damla oldu. Alman politikacıların olayın ardından kundaklama izinin olmadığını iddia etmeleri ve Türk resmî makamlarının, içerisinde Alman makamlarına güvensizlik iması ve hatta ithamları barındıran açıklamalar yapmaları, bu sıkıntılı zeminin dışavurumundan başkası değildi. Giderek artan, derinleşen ve mevcut önerilerin şimdiye değin işe yaramadığı pürüzlü bir zemindi bu.
Türk topluluğu açısından sevinilecek tek taraf, Türk devletinin daha önceden olmadığı kadar olaya ve vatandaşlarına sahip çıktığını göstermesiydi. Zaten Alman siyasetçilerini “Ne oluyor?” sorusunu sormaya iten de Başbakan Erdoğan’ın Köln konuşmasıydı. Kırk yılı aşkın süredir, ülkelerinde misafir olarak gördükleri bu topluluğun başbakanı gelip büyük bir kalabalık önünde kimi önerilerde bulunuyordu. Almanların alışmadıkları, alışamadıkları, belki de bu noktaydı. Tayyip Erdoğan’ın önerileri, Alman siyasetinin çıkmazını ve belki de söylemek istemediği gizli ajandasını bilerek ya da bilmeyerek ortaya çıkarıyordu. Almanya’daki Türk toplumu, çeşitli entegrasyon, birlikte yaşam vb. projelere karşın bir türlü Alman devletinin istediği kadar “entegre” olamıyordu. Erdoğan’ın sözleri, bunun arkasındaki gerçek sebebi aramaktan ve daha uygun politikalar üretmektense, özellikle 11 Eylül sonrası çıkardığı yasalarla tüm kabahati Türklerin üzerine yükleyen Alman uyum politikalarının başarısızlığını yüzlerine vuruyordu. Bir türlü “asimile olmayan” Türkler bu halde kaldıkça, Almanya’da ciddi bir sorun ve sıkıntı üretmeyi sürdürecekler.
Üçüncü nesilden giderek daha fazla Türk’ün Alman vatandaşlığına geçmesi, Türkler arasındaki doğurganlık oranının Almanlardan çok daha yüksek olması gibi istatistiki veriler Almanların kaygılarını daha da artırıyor. Şurası bir gerçek ki, kırk yıldır hep misafir olarak gördükleri topluluğun gelecek nesilleri, kovulmadıkları müddetçe Almanya’da kalmaya devam edecek. Tabii bu Almanlar için bir yandan işgücü zenginliği anlamına gelmekteyken, diğer yandan entegre edemedikleri bir topluluğun, genel nüfus içindeki oranının giderek artıp daha da görünür hale gelmesi ve bunları idare etmenin maliyetinin artması demek. Bu artan maliyeti engellemek için en son çıkarılan yasalardan bir tanesi ise entegrasyon politikaları iflas etmiş bir devletin, hukukun temel ilkelerinden olan kanun önünde eşitlik ilkesini nasıl rahatça çiğneyebileceğini gösteriyor. Bu yasa, aile birleşimlerinde Almanya’ya gelecek olan eşin, gelmeden önce belirli bir saat Almanca kursuna katılmasını ve oturma izni alabilmek için Almanca bildiğine dair belgeyi ibraz etmesini zorunlu kılıyor. İşin akıllara ziyan kısmı, bu yasanın istisnalarını çıkardığınızda geriye muhatap olarak sadece Türklerin kalması. Geçtiğimiz yaz aylarında tartışılan ve kabul edilen bu yasa, Alman devletinin Türklere bakışını yansıtması açısından çok mümbit bir veri olarak duruyor. Toplum olarak “öteki”yi kabul etmekte zaten zorlanan, bireyciliği ön plana çıkmış Almanların yabancılara karşı mesafeli tutumunun, benzeri yasa önerileri ve tartışmalarıyla daha da pekiştirildiği gözleniyor. Bu da Almanya’da yaşayan Türklerin hem Almanlarla hem de devletle olan ilişkilerini güvensiz bir zeminde bina etmelerini beraberinde getiriyor.
Bu zeminin karşılıklı güven ilişkisi içinde yeniden inşa edilmesi, hem Almanya-Türkiye ilişkileri hem de birlikte yaşamaya çalışan Alman ve Türk toplumlarının daha sağlıklı ve insani ilişkiler kurmaları için zorunlu. Bu kadar süredir Türklerle aynı şehirde yaşamasına karşın hiçbir Türk arkadaşı olmayan Almanlardan tutun da, kırk yılı geçkin süredir Almanya’da yaşadığı halde herhangi bir Alman evini ziyaret etmemiş Türklere kadar birbirine mesafe olarak çok yakın ama zihnî ve kalbî olarak tamamen kopuk ve önyargılarla dolu iki toplum söz konusu. Bu iki toplumun arasındaki önyargılar ve olumsuz imajlar ise ancak karşılıklı güven anlayışı içerisinde üretilecek siyasetle kırılabilir. Çünkü toplumlar korkuyla yaşamaktan çok korkarlar ve korkuyla yaşayan toplumlarda ne polisiye tedbirler ne de koyulan yasalar, korkunun istenmeyen olay ve felaketler şeklinde tezahür etmesini engelleyebilir. Bu açıdan, Erdoğan’ın çıkışını kendi içişlerine müdahale olarak algılayan Alman kamuoyunun da, Türkiye’den bir heyetin yangın olayının incelenmesinde Alman heyetine eşlik etmesi teklifini getiren Türk sivil toplum kuruluşlarının da kısa vadeli ve günlük tepkilerden uzak, iki toplumun da korkusuz ve salim bir şekilde yaşamasına yarayacak siyasetler üretmesi gerekir.
Paylaş
Tavsiye Et