TÜRKİYE’DE, sorunların çözümünde takip edilen yöntemleri izledikçe, gelmiş geçmiş en büyük halk filozofumuz, hemşerim Temel’in fıkrası aklıma gelir: Temel’in dişi çok ağrır; ağrı dayanılmaz hâle gelir; en sonunda Temel, silahını çeker ve ağrıyan dişine dayayarak tetiği çeker; sorun kökünden çözülmüştür: “Ağrı”yı hisseden ortadan kalkınca ağrının kendisi de ortadan kalkar. TV dizilerinde en çok duyulan, hatta artık şakayla karışık konuşma dilinde, dillere pelesenk “Kafasına sıkarım!”, “Baktın olmadı, sık kafasına!” biçimindeki deyişler, Türkiye’de sorun çözme tarzının en güzel ifadeleridir. Bu tarzın özeti, sorunu değil, sorunu hissedeni yok etmeye dayanır; sorunu hisseden ortadan kalkınca sorun da ortadan kalkacaktır. Korkarım bu sorun çözme tarzının varacağı nokta, sürekli sorunlarını dile getiren milletin topyekûn ortadan kaldırılmasıyla neticelenecek. Bir sorunu mu dile getirdin; tavır açık: Ya öyle bir sorunu görmezlikten gelmek ya da sorunu dile getireni ortadan kaldırmak yani “kafasına sıkmak…” “Sorun”un bizâtihi kendisiyle niye uğraşılmıyor? Çünkü o zaman düşünmek ve eylemek zorunda kalacaksınız. Düşünmek ve düşünmenin sonucunda ulaşılan sonuçlara göre eylemek, zor iş; sık kafasına ve kurtul, kolay iş!
Bir sorunla karşılaşılınca düşünmek ve düşünmenin sonuçlarına göre eylemek niçin zor gelir? Şöyle varsayalım: Cebirde bir denklem çözüyorsunuz; karşınıza şimdiye değin sahip olduğunuz formüllere göre çözülemeyen bir durum çıktı; ne yaparsınız? Bilinmeyen niceliği gösteren simgenin kafasına mı sıkarsınız yoksa soruyu çözecek yeni bir formül keşfetmek için yola mı koyulursunuz? Fizikle uğraştığınızı düşünelim: Sahip bulunduğunuz teoremlerle açıklanamayan yeni bir doğal olgu ya da olayla karşılaştığınızda, teorilerinizi gözden mi geçirir ya da yeni bir teori uğraşısına mı girersiniz, yoksa mevcut açıklama tarzlarına uymadığı için yeni olgu ve olayın kafasına mı sıkarsınız? Bilim tarihinde böyle davranılsaydı Aristoteles’ten bu yana ne çok doğa katliamı yapılırdı, varın hesap edin. Son bir varsayımda daha bulunalım: Güneş sisteminde astrofizik teorilerinize uymayan bir gök olgusuyla karşılaşınca ne yaparız; ABD’den rica ederiz, kafasına bir füze sıkar; biz de kurtuluruz astrofizik de…
Matematik ve mantık gibi biçimsel; fizik ve kimya gibi doğa bilimlerinde sorun çözmenin yolu ve yordamı, bu bilim dallarının yöntemlerinde ayrıntılı bir biçimde incelenir hiç şüphesiz. Hayata, insana, kültüre ilişkin bilimlerde sorun tespit etme, inceleme ve çözme yolu ve yordamı yok mudur? İlginçtir, her dem bilimden, bilimsel yöntemden, bilimsel akıldan dem vuranlar, konu hayata, insana, kültüre gelince, her şeyi unutur; kafasına sıkmaya başlarlar; bilimsel olan filimsel’e dönüşür; kabalık artar, tehdit çoğalır; herkes belindeki ya da elindeki silaha sarılmaya kalkar; insanî tüm hassasiyetler bir kenara bırakılıp tehditler savrulur; sorular ya da sorunlar sevgi ve nefret çerçevesinde sınıflandırılır: Seyret ve ağla hal-i pür melâlimize…
Hayata ilişkin insanî sorunların çözümünde neden bilim değil de, bazen macera bazen korku bazen de komik bir içerik taşıyan film devreye girer? Hayat hakikî (gerçek) olgulara değil, itibarî değerlere dayanır da ondan. Doğa bilimiyle uğraşırken doğadaki herhangi bir olgu ve olayı görmezlikten gelemezsiniz; çünkü o olgu ve olayın idraki öyle olsa da varlığı sizin iradenize bağlı değildir. En fazla, teorinize uymayan olgu ve olayı atlarsınız, ama o olgu ve olay bir biçimde yine karşınıza çıkar; kendisini dayatır. Sorun yaratan ister atom-altı bir parçacık, ister bir galaksi olsun; tabiattaki en-küçük ile en-büyük ve arasındaki tüm olgu ve olaylar varlıklarına/gerçekliklerine bizim irademiz dışında sahip olduklarından, tabiatın kendisi değil idraki değişir; değişmiştir de. Hayat öyle mi? Hayatın bir tabiat zemini var elbette; ama büyük oranda insan aklının var-kıldığı itibarî değerler üzerinde kurulur; uylaşımsal; değişken; bu nedenle de insan tarafından var-kılınırlar ve insan içindirler. Siyasî sistemler, ahlâkî yapılar, iktisadî örgütlenmeler, hukukî düzenlemeler; hatta dinî yorumlar, tüm bunlar insanın türsel doğasından kaynaklanan, varlığını insanda bulan itibarî yapılardır. İnsanın bir siyasete, ahlâka, iktisada vb. gereksinimi olması doğal bir zeminden kaynaklanabilir; ancak bunların içeriğini uylaşıma dayalı, dolayısıyla salt izâfî ve keyfî olmayan itibarî değerler belirler. Şimdiye değin dile getirilenlerde anahtar sözcük uylaşımdır; uylaşım, köken itibariyle keyfî gibi görünse de toplumsal örgütlemenin koşullarına bağlı toplumun maslahatı ile bireyin menfaatini dengeleyen, mensuplarının canını, aklını ve neslini korumayı amaçlayan, o milletin tarihî tecrübesine dayanan, uy-u-l-ma-sı gereken yeni bir gerçekliktir. Dolayısıyla bir milletin, kültürün tarihî tecrübesi uylaşımın olmazsa olmaz şartıdır.
Toplumsal gerçeklikte, toplumun tarihî tecrübesini dikkate almayan tespit ve teklifler, başka hastaların klinik kayıtlarından hareketle kendi hastalığını teşhis ve tedavi etmeye çalışan hastanın durumuna benzer. Unutulmamalıdır ki, bir kültürün tarihî tecrübesiyle ilişkisi bulunmayan hiçbir görüş, o kültüre bir gelecek sunamaz. Nitekim bu topraklardaki herhangi bir sorunun çözümü için Fransız Devrimi’nden örnekler getiren, Aydınlanma düşüncesinin kavramlarından dem vuran, bin yıllık tarihî tecrübeyi dikkate almaksızın sömürgecilerin kurduğu ve yönettiği ne idüğü belirsiz yeni-yetme devletçiklere atıf yapanlar millî olamazlar. Öte yandan bir milletin tarihî tecrübesini, o milletin geçmişiyle karıştıranlar ya sırf geçmişe ya da sırf geleceğe saplanıp kalanlardır.
Şimdiye değin dile getirdiklerimiz, Temel’in fıkrasıyla bağlantılı kılınırsa şunu söylemek olanaklıdır: Bir toplumun uylaşımsal itibarî değerlerine dayalı örgütlenmesinin tarihî tecrübesi, sorunlar karşısında çözüm için devreye sokulmuyorsa, atılacak her adım o toplumun kafasına sıkmak anlamına gelir. Elbette burada söylenenler söz konusu topluma aidiyet duyanların dikkatlerini çekmek içindir. Bir topluma aidiyet duymamasına karşın, o toplumun kaderini belirlemeye çalışanlara, bizim kültürümüzde işgalci denir; işgalcinin yaptığı doğal olarak işgal ettiği kültürün kafasına sıkmaktır; hiçbir işgalcinin işgal ettiği toplum lehine düşündüğü görülmemiştir de ondan. İçerisinde yaşadıkları milletin, kültürün tarihî tecrübesine dayalı kavramlarla düşünmeyenlerin, dolayısıyla aidiyet duydukları başka kültürlerin tarihî tecrübelerinin kavramlarıyla iş görenlerin ne kadar dışlayıcı, ötekileştirici, başkalaştırıcı, tehdit edici, hatta yıkıcı olabileceği son tartışmalarda açıkça görülmüştür.
Şimdiye değin Anlayış’ta yazdığımız yazıların seviyesini bilenler bu yazımızı hafif bulabilirler; ancak çok insanî bir gerekçemiz var: Duyan yoksa seslenmek, hele de bağırmak ahmaklıktır. Ümidin tükendiği yerde söz dile gelmez, Tanrı bile konuşmaz/vahy etmez; gazap eder. Tanrı olmadığımıza göre gazap edemeyiz; dergi için yazı yazmak durumunda olduğumuza göre de ortamı ciddiye alıp ahmaklık yapacağına tiye almak en iyisi. Mensubiyet duyduğumuz milletin ve kültürün tarihî tecrübesinden kaynaklanan hüznümüzü hafifletecek başka bir gerekçe bulana değin.
Paylaş
Tavsiye Et