TEVHİD ilkesinden kaynaklanan tasvir yasağının temelini oluşturduğu İslam estetiği, Müslüman sanatkârları, Batı sanatında neşvünema bulan “dış dünyanın benzerini yapma” psikolojisinin şekillendirdiği tasvirci yaklaşımdan uzak bir yerde konumlandırdı. Divan şairi Naili’nin ifadesiyle “nukuş-ı suver-i aleme” mestane nazarlarla bakıp “bir özge temaşa” ile onun ötesine geçen Müslüman sanatkârlar, görünenin ardındaki görünmeyeni stilizasyon ve soyutlamayla yansıtma yolunu seçtiler. İlahi güzelliğin arayışındaki İslam tezyinî sanatlarının en güzidelerinden biri ise kuşkusuz ebru sanatı.
Cumhuriyet devrindeki resmî ilgisizliğe rağmen, bu sanata gönül vermiş Necmeddin Okyay, Mustafa Düzgünman gibi değerli ebru sanatçılarının tümüyle kişisel çabalarıyla günümüze ulaşan ebru, son dönemde giderek cazibe merkezi haline geliyor. Bu sanatı özverili bir biçimde yüzden fazla ülkeye giderek tanıtan, “Barut Ebrusu” olarak bilinen ebruyu bularak bu sanatın gelişmesine katkıda bulunan ebru ustalarından biri de Hikmet Barutçugil. Ebru sanatında mühim yeniliklere imza atan Barutçugil ile ebruyu ve İFSAK’ta tanıttığı son projesi Ebristanbul’u konuştuk.
Hocam ebruyla nasıl tanıştınız?
1973 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde tekstil eğitimine başladım. O yıl tanıştığım yazı hocamız Prof. Emin Baran’ın teşvikleriyle önce yazı sanatına ilgi duydum. Daha sonra o ilgi, yazının zeminlerinde, pervazlarında kullanılan ebruya kaydı. O yıllarda bu sanatlar hiç ilgi görmeyen sanatlardı. Deneme yanılma yoluyla ebru ile ilgili araştırmalara başladım. Aradan bunca sene geçti. Hâlâ kendi kendime öğreniyorum bu sanatı.
Geleneksel sanatlarda genellikle meşk usulü esastır; sizin, kendi kendine öğrenen biri olarak bu alanda bir istisna olduğunuzu söyleyebilir miyiz?
Günümüzde geleneksel sanatların pratiğinde, “geleneği olduğu gibi korumak” gibi aslında yanlış bir algılama var. Çünkü gelenek zaten bizatihi kendisi, geldiği gibi kalmıyor; onu bir şekilde yenileyen, güncelleştiren, güzelleştiren ustalar çıkıyor. Bu konuda benim ebruyu kendi kendime öğrenmemin bir yönüyle avantaj olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Çünkü birçok yerde bugün bir ustanın rahleyi tedrisine girmek, tümüyle onun kalıplarına girmek şeklinde anlaşılıyor ve bu kalıpların dışına çıkılmasına asla müsaade edilmiyor. Fakat sanat, bilim gibi sürekli gelişmek zorunda; gelişmezse zamanla terk ediliyor. Her sanat dalında belli ekoller oluşur, o ekollerde büyük ustalar yetişir. Yeni bir yanardağ, yeni zirveler oluşur; ama bunların hepsi yeryüzünde kökten birbirine bağlıdır. Yani aslında oluşan şey, sadece yeni bir yorum, yeni bir tarzdır.
Bir tarafta yeniliklere açık bir kesim, diğer tarafta da geleneksel sanatların deforme olma tehlikesi konusunda hassasiyet gösterenler var. Yenilik noktasında ne tür kriterler olmalı ki, geleneksel sanatların kendi dokusu zedelenmesin?
Sanatın kendi dokusu asla zedelenmiyor. Bizim eğitimlerimizin de temelinde “gelenek” var. Bu, işin alfabesi zaten. O alfabeyi öğrenen birine illaki sen alfabe okumaya devam edeceksin denir mi? Biz buna karşıyız işte. Sanat, sanatçının iç dünyasındaki mücevherin açığa çıkmasıyla tekamül eder. Sanat tekamül etmezse medeniyetler oluşmaz. Geleneksel sanatlarımızın temelinde ilahi güzellik arayışı var. Dolayısıyla bu arayışın önüne geçmek, onu sınırlamak; ilahi güzelliğe nokta koymak olur. Allah’ın güzellikleri her an ayrı yazılışta değil mi? Onun için o ilhamı kapatmamak lazım.
Ebristanbul fikri ilk nasıl oluştu? Daha önce aynı teknikle yapılmış başka çalışmalar var mıydı?
Hayır, ilk kez bu projeyle çıktı. Biz bulunduğumuz mekanı bir ebru evi olarak planladık. Burası bizim hem evimiz hem de galerimiz. Bu evin bir şanslı tarafı da var ki, dünyanın en güzel manzarasını görüyor. Özellikle günbatımında bulutların oluşturduğu desenler insanı büyülüyor. Ebrunun kelime kökeni Farsça “ebrî”den geliyor. “Ebrî” ise bulutumsu, bulut gibi demek. Bu manzarada da bulutların oluşturduğu ebru desenleri ve onun altındaki İstanbul silueti beni çok heyecanlandırdı ve Ebristanbul fikrini oluşturdu. Önce ressam arkadaşlarla görüştük, sonra ebrular seçildi. Manzaraya göre ebru yapmak mümkün değil, o yüzden ebruya göre manzara resimleri çizildi. Foto Ebristanbul’da ise elimizdeki İstanbul fotoğraflarına göre ebrular düşündük. Bu fotoğraflarla ebruları, dijital ortamda birbirlerine kaynaştırdık.
Bizim sanattan anladığımız, sadece Cenabı Hakk’ın yaptıklarını taklit ederek ona yaklaşmaktır. Çünkü her şey sudan yaratıldı, yani yaradılışta bir vahdet var. Suda oluşan desenlerde, tabiatta bir taşın kesitinde, bir toprak katmanında yahut bir mikroskobik görüntüde bunu görebilirsiniz. Barut ebrusu örneğin bu esasa dayanıyor.
Son dönemde geleneksel sanatlara çok yoğun bir ilgi var. Ancak bir yandan ehliyetsiz kişilerin bu durumdan yararlanabildiği bir karmaşa ortamı da mevcut.
Bu bence geleneksel sanatların yaygınlık kazanması açısından önemli bir gelişme. Ehliyet meselesine gelince, bu sanatlar yaygınlaştıkça iyiyi kötüyü herkes ayırt edebilecektir zaten. Bence giderek daha fazla biçimde tabana yayılması gerekiyor geleneksel sanatlarımızın. Ancak bu durumun oluşturacağı tatlı rekabet ortamıyla birlikte tekamül edecekler çünkü.
Peki İstanbul yeniden merkez mi oluyor geleneksel sanatlarda?
Evet, İstanbul yeniden kültür başkenti oluyor. Bazı şehirler, belli sanatlarla anılırlar. Mesela resmin başkenti Paris, heykelin başkenti Roma, müziğin başkenti Viyana’dır. İstanbul da hat ve ebru sanatlarının başkentidir. Öyle ki “Kur’ân-ı Kerim Mekke ve Medine’de nazil oldu, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı” denir. Epeyce bir zamandır Arap alfabesini kullanmamamıza rağmen bugün Arap ülkelerinden katılımcılarla yarıştığımız çeşitli festivallerde en iyi hattatların İstanbul’dan çıktığını görüyoruz. Ebru da İstanbul’da neşvünema buldu. “Türk Kağıdı” adıyla Batı’ya gitti. Gene en eski örnekleri bizde Topkapı Sarayı’nda bulunuyor. Yani bu sanatlar adeta bizim genetiğimizde var.
Bizim en temel sorunumuz, bize ait olmayan şeyleri bizimmiş gibi Batı’ya götürmemiz. Kültür Bakanlığı aracılığıyla Türkiye’yi temsilen yurtdışında birçok sanat festivallerine katıldım. Bir defasında Türk Festivali için 135 kişilik bir ekiple Houston’a gittik. Bir ebru yapan bendeniz, bir tane ipek halı dokuyan bir bayan, bir de dönerci vardı “bize ait bir şeyle oralara gelen”. Onun dışında üç tane caz orkestrası, iki tane modern bale vs. vardı. İnanın alay ettiler, güldüler halimize.
Son olarak çok geniş bir felsefî zemini var ebrunun kuşkusuz. Ama sizi en çok çeken özelliği nedir?
Ebrunun terapik bir özelliği var; efsunlu, büyüleyici bir şey. Ebruyu niyet ederek, planlayarak, görüntüyü hayal ederek asla yapamıyorsunuz. O her an kendi oluşumu içinde, her an ayrı bir şe’nde. Onun için eski ustalar bu sanata “zuhurat sanatı” demişler. Kendi kendine zuhur ediyor. İlk anı, yani suya boyayı attığında ne çıkacağını insan kestiremiyor. Bu heyecan zaten insanı alıp götürüyor. Bir de ebrunun insanlar üzerinde çok olumlu etkileri, tedavi edici özellikleri var. Şehir yaşamı ve şartları maalesef bizim dengemizi bozuyor. Fiziksel sağlığımız kadar ruhsal sağlığımızın da koruyucu hekimliğe ihtiyacı var. Onunda tek çaresi bir sanatla uğraşmak.
Paylaş
Tavsiye Et