TÜRKİYE’YE medya etiği değil, yerli bir medya kuramı gerekiyor. Âdet olmadığı üzere son sözümü en baştan söyledim. Çünkü Türkiye’de medyanın denk düştüğü yeri anlamak için, Batı medyasını analiz etmek üzere üretilmiş kavramsal ve kuramsal malzemeyle iş görülemez. Zira Türkiye’deki medyanın konumuna dair mülahazaların tamamı, süslü kuramsal dilin kavrama alanı dışında yer alıyor. İncelikli bir kuramsal dil, büyük oranda kaba ve hoyrat bir dile mahkum olan medyayı ve bu medyanın içinden neşet ettiği siyasal yapıyı anlamaya izin vermiyor. Aynı şekilde bu kavramsal ve kuramsal birikim inkar edilerek de böylesi bir kurama ulaşılamaz. Böyle bir kuram için yapılması gereken ilk müdahale tartışmayı etik çerçevesinden çekip, Türkiye’nin siyasal dinamikleri merkezine oturtmak, yani maddileştirmektir. Ortaya yabancı isim atma hastalığına kapılmadan, eldeki verileri değerlendirmek, Takvim-i Vekayi’den beri devam edegelen basın tarihini, Türk modernleşmesi bağlamına oturtarak, iktidar ilişkileri çerçevesinde ele almakla işe başlamak gerekir.
Kavramsal Çerçeve
Medya kelimesi köken itibariyle eski Yunancada tanrılar ile insanlar arasında aracılık eden medyumların yaptığı işten türemiştir. Türkçede buna verilebilecek karşılık vasıta ya da vasat olabilir. Birbirinden farklı iki şeyin arasında yer alan, her iki şeyle de bir şeyler paylaşan; varlığı üzerinden mesajın iletilmesini sağlamakla kalmayıp bunu aynı zamanda mümkün de kılan; mümkün kılarken kendi varlığı ile mesajı değiştiren, dönüştüren, yeniden formüle eden; sadece içeriğine değil özüne de dokunan şeydir medya. Tanrıdan insana gelen mesaj nasıl ontolojik ve epistemolojik bir dönüşümden geçiyorsa, medya da mesajı bu kadar dönüştürür. Bu tür bir müdahale, saptırma ya da çarpıtma değil; medyanın varlık koşuludur ve ciddi bir kuramsal girişimi hak eder.
Ancak bugünkü anladığımız anlamda burjuva kamusal alanın Batı’da ortaya çıkışı ve medyanın bu oluşumdaki rolü çerçevesinde ele alındığında medyanın konumu biraz farklılaşır. Batı’da ilk oluşum yıllarında medya, modern epistemolojinin de etkisiyle mesajın ontolojisini bozmayan, aslına dokunmayan, sadece mesajı ileten bir vasat olarak tasavvur edilmiştir. Medyanın kurucu miti de bu “nesnellik” olarak algılanagelmiştir. Bu nesnellik iddiasına karşı ancak muhalif hareketlerin yeşermesiyle birlikte son yüzyılda ideoloji-kritik, kültür endüstrisi, sihirli iğne, hegemonya gibi çeşitli kuramsal yaklaşımlar ortaya atılabilmiş; ancak tüm bunlar da “nesnellik” mitine atıfla varolabilmiştir. O yüzden medya genel olarak bu nesnellik arayışının, en azından görünürde, taşıyıcısı olarak konumlandırılmış, medyanın bir ayağı olan TV ise bu baptan “dünyaya açılan pencere” olarak görülmüştür.
Haber Alma Özgürlüğü Ne Ola Ki?
Bu çerçevede gelişen Batılı medyanın konumu bizdekine oranla oldukça farklı bir geçmişe ve dinamiklere sahiptir. Kendi çapında nesnellik iddiasını konumlandırmaya çalışan Batılı demokrasilerde medya, halen burjuva kamusal alanın önemli bir ayağı olarak görülmekte; bunun devamı için de çeşitli türleri ciddi ve gayriciddi şeklinde tasnif edilerek ele alınmaktadır. Bu veçheden olmak üzere, ABD örneğinden konuşmak gerekirse kimse New York Post’tan nesnellik ya da ciddiyet beklemezken, “New York Times yazmışsa doğrudur” inanışı muhalif aydınlar arasında bile rahatlıkla egemen olabilmektedir. Ancak New York Times da başyazılarından sayfasının kuruluşuna kadar ciddi bir siyasal etki bırakmak istiyorsa bu mitin devamını sağlamak zorunda olduğunu bilir ve buna göre davranmaya çalışır. Ya da Washington Post, her gün yasama, yürütme ve yargı ile ilgili sayfalarca haber verip meclisteki önemli tüm oturumları, kararları ya da yasa tasarılarını aktarmakla kalmaz; internet sayfasından bunların orijinal metinlerini de sunar. Tam da bu yönüyle Washington Post, kendisini “Dördüncü Kuvvet” olarak görür. Bu müstakil bir kuvvet olma iddiası değildir. Halkı temsil ettiğini iddia eden üç kuvvetin yapıp ettiklerini nesnel olarak halka ulaştıran, böylece kontrol ve denge mekanizmalarını halk lehinde çalıştırarak demokrasiyi işleten kuvvet olma iddiasıdır. İşte “halkın haber alma özgürlüğü” de özel şahısların hayatlarını taciz üzerine değil, demokrasinin sağlıklı çalışmasını kontrol etmenin olmazsa olmaz şartı olarak ortaya çıkar. Bu denklemde medya, demokrasinin olmazsa olmaz bir ayağı olarak kurulur. Artık bu medyanın analizi için daha karmaşık kavramsal yapılara, daha girift analizlere ihtiyaç duyulmaktadır.
Bir Burjuva Hobisi: Etik
Bu çerçeve Türk medyasının sergüzeştini anlama noktasında bize yardımcı olamaz; zira burada ne Batı’dakine paralel bir burjuva kamusal alandan ne de bunun gerekliliğinden bahsedilebilir. Türkiye’de medyanın bulunduğu yer başından beri öncelikli olarak siyasi olmuştur. “Halkın haber alma özgürlüğü”nden ziyade siyasi bir mücadelenin işleyen bir tarafı olmak ağır basmıştır. Bunun izleri, Cumhuriyet’in kuruluşundaki evlilikten Takrir-i Sükun Kanunu’na, medyaya propaganda suçundan ağırlaştırılmış ceza vermekten “militan muhabir” olmaya ve böyle adlandırılmaya kadar farklı örneklerde görebilir. Bunun yanı sıra “Türkiye’nin kaderine yön verme” iddiasındaki siyasal iddia sahibi örgütlenmelerin, çabalarına dergi, gazete ya da çeşitli yayıncılık faaliyetleriyle başlamış olması da bir başka izidir bu yönelimin.
Medya tartışmasında muhatabımız, burjuva kamusal alandaki demokrasi oyununun, burjuva ahlakıyla donanmış kadife eldivenli silahşorları değil, uzun yıllardır derinden derine süren hesaplaşmada taraf olan kesimlerin mevzileridir. O yüzden de ancak tortulaşmış ve kurumsallaşmış bir liberal demokrasi oyununda mümkün olabilen “nesnellik” miti ya da “halkın haber alma özgürlüğü” bizde naiflik olarak tezahür eder. Hele bir de 12 Eylül sonrası siyasal taleplerin “ideoloji” olarak tanımlanmasıyla her geçen gün renklenen, yazı alanı fotoğraf alanı lehine küçülen, sadece büyük puntoyla ve bağırarak konuşan, ham görüntüleri haber diye veren, “laf sokma”yı iyi başlık atma diye adlandıran, gittikçe lümpenleşen, nevi şahsına münhasır hastalıklı köşe yazarlığı kurumuyla en hızlı laf sokan adamların duayen haline geldiği, analizin ya da uzman gazeteciliğin para etmediği, fikrî takibin ve sorumluluğun olmadığı bir ülkede “medya ve etik” tartışması elbette lüks olacaktır.
Kıran kırana siyasi mücadelede tarafı olduğu gazetenin yazdığını, tekzip edilip edilmediğine dahi bakmadan delil olarak kullanmaktan çekinmeyen yargının; iftiralarının kullanılmasıyla övünen medyanın; küfür, hakaret ve cuntacılıkla kariyer yapan duayenlerin; tuzak ve pusu kurarak gazetecilik yapan/yapmaya zorlanan basın emekçilerinin olduğu yerde, yaptırım gücü olmayan, hukuki ya da adli ağırlığı bulunmayan, sorumluluğu soyut bir vicdana yollayan “etik” tartışması hiçbir sorunu çözmez. Yerli bir medya kuramı için, medya sahipliğinin tarihi, sınıfsal ilişkileri, kurumsal yapısı, basın meslek örgütlerinin yapısı, iktidarla ve sermayeyle ilişkisi, söylem ve içerik analizi ancak bize ciddi bir sorgulama imkanını verebilir. Tam da bu nedenle, ne daha önceki darbelerde ne 28 Şubat’ta “etik” kaygılar hiçbir medya mensubunu emekli edememiştir. Kendi siyasal gündemini ülkenin üzerine geçirmek için her yolu deneyenlerin, bu süreçte kendilerini etikle bağlayacaklarını düşünmek Türkiye’deki siyasi mücadelenin artık hesaplaşma eşiğine gelmesini küçümsemek ya da ciddiye almamaktır.
Paylaş
Tavsiye Et