OSMANLI Devleti’ni yönetenlerin, dünyanın yeni koşullarında devlet işlerini artık eskisi gibi sürdüremeyeceklerini fark ettiği, problemi çözmek için yenilikler peşinde koştukları ve bir anlamda rota değişikliğine yöneldikleri andan itibaren, iktidar mücadelelerine ideolojik gerilim ve çatışmalar eşlik etmeye başlamıştı. Genç Osman’ın katledilmesiyle neticelenen kalkışma, Patronalı Halil ve Kabakçı Mustafa isyanları, içinde bulundukları dönemlerde iktidar değişimiyle sonuçlanan askerî darbelerdi. “Geleneksel kimlik”in korunması ve sürdürülmesi adına, yapılan reformları durdurmaya -belki de geleneksel yapının ihyasına dönük girişimlerin topyekun bir yapı değişikliğine dönüşmesini engellemeye ve bu anlamda da “balans ayarı” yapmaya- yönelik olarak atılmış adımlardı. Tarihsel bağlamı içerisinde değerlendirdiğimizde, her birinin bir öncekinden daha az etkili olduğu ve hatta karşıt eğilimi -geleneksel yapının yerine bütünüyle yeni (Batılı) tarzda bir devlet yönetimini- daha da güçlendirmek gibi bir işlevi olduğu görülmüştü.
Patrona Halil isyanı ile -o dönemde gerçekleştirilen reformların anlamını ve kapsamını görmeyi engelleyici bir adlandırma olan- Lale Devri’nin siyasal yapıda gerçekleştireceği varsayılan değişim, sınırlandırılmak ve hatta sonlandırılmak istenmişti. Ancak isyan sonrasında iktidara gelen idarecilerin, seleflerinin takip ettikleri siyasetlere yeniden hayat verdikleri dönemler yaşandı.
Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali gibi Avrupa’da yaşanan iktisadi ve siyasi dönüşümler, kısa zamanda tüm dünyayı etkileyen boyutlara ulaştı. Yaşanan dünya ölçekli bu dönüşümlerin etkileri, Osmanlı Devleti’nde de görünmekte gecikmedi. Nizam-ı Cedid olarak adlandırılan III. Selim’in padişahlık dönemi tam da bu dönüşümlere denk gelmişti. Gerçekleştirilmeye gayret edilen reformlar, malum olduğu üzere, Kabakçı Mustafa İsyanı ile sonlandırılmıştı.
İsyan belki belli bir idarecinin ya da grubun iktidar dönemini sonlandırabildi; ancak devletin ve ülkenin girdiği süreci sona erdirme ya da değiştirme noktasında başarıya ulaşamadı. III. Selim dönemi reformlarına razı olmayan çevreler, gelişen pek çok olay neticesinde, II. Mahmut’la birlikte sonuçlarını önce devlet ve daha sonra da millette göreceğimiz bütünüyle farklı bir yapısal dönüşümün yaşanmasıyla karşı karşıya kaldılar.
Batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme gibi adlarla andığımız bu uzun tarihsel süreç, hâlâ aydınlatılamamış yığınla soruyla doludur. “Batılılaşmaya neden ve ne zaman başladık?” ya da “Farklı bir tarz takip edilebilir miydi?” türünden sorulara verilen cevaplarda hâlâ bir ortaklık yok. Olmasını beklememek lazım belki de. Fakat herhalde sürecin sonunda devlet ile milletin gittikçe birbirine yabancılaştığı ve dahası imparatorluğun da yıkılmış olduğu, herkesin üzerinde ortaklaşacağı bir sonuçtur.
İsyanlardan Darbelere: Değişime Balans Ayarı
Cumhuriyet Türkiye’sinin çok partili hayata geçtikten sonra özellikle askerî darbeler özelinde yaşadığı serüven, Osmanlı’nın yaşadığı süreçlerle paralellikler arz ediyor. Cumhuriyet idarecileri, çok partili hayata geçiş kararını tüm dünyada yaşanan küresel bir değişime bağlı olarak vermişlerdi. Kemalist elit, II. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın aldığı yeni biçime uyum sağlama adına Türkiye’yi dönüştürme projesine, CHP’yi dönüştürmekle başladı. Ardından yapılan ilk seçimleri -burada tekrarlamaya gerek duymadığımız malum uygulamalarıyla- kazanan CHP, ülkeyi yeni koşullara hazırlamak için kültür, siyaset ve ekonomi politikalarında pek çok değişiklik yaptı. Bu süreç, 1950’li yıllarda DP iktidarında daha da hızlanarak devam etti. 27 Mayıs 1960 ihtilali bu dönüşümün kontrolsüz ve sistem açısından sakıncalar doğurabilecek noktalara varacağı endişesine sahip ve aynı zamanda kendi sınıfsal imtiyazlarını da kaybetmekte olduklarını düşünen asker-sivil bürokrasinin bir girişimiydi.
1960’lı yıllar, hemen her alanda ABD’nin etkisine girmiş olsa da, Türkiye’de çift kutuplu dünyanın yansımalarının yaşandığı yıllardı. 9 ve 12 Mart, bu kutuplaşmanın yarattığı boşalmanın tarihiydi. Mücadeleyi 12 Mart’çılar kazandılar ve zaferlerini meşhur “Balyoz Harekatı”yla kutladılar.
1970’lerin ortalarından itibaren çift kutuplu dünyadan uzaklaşılmaya başlandı. Türkiye’nin dünyanın yeni koşullarına uyum sağlaması gerekmekteydi ve bu da yeni bir “askerî darbe” demekti. Beklenen gerçekleşti ve yaşanan terör olayları ve çatışmalar, yeni bir “huzur hareketi”ni gerekli kıldı: 12 Eylül 1980.
12 Eylül ihtilaliyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti, yeni iktisadi ve kültürel politikalar takip etti. Fakat bu politikaların sorunları çözmek için mi yoksa yeni sorunlar yaratmak için mi üretildikleri hâlâ anlaşılabilmiş değil. Örneğin Kürt sorununun bugünkü boyutlara ulaşmasında 12 Eylül ihtilalini yapanların ihtilal sonrasında takip ettikleri siyasetlerin ne ölçüde katkısı olduğu araştırılmalıdır.
Diğer bir önemli değişim de herhalde ülkenin yaşadığı hızlı dindarlaşmaydı. “Ilımlı İslam”, “Yeşil Kuşak Projesi” gibi adlandırmalarla İslamcısından Kemalistine pek çok çevrenin sürekli şüpheyle baktıkları bir dindarlaşmaydı bu. Bu bağlamda “başörtüsü meselesi” söz konusu eğilimi kontrol altına almak için sistemin attığı bir düğüm özelliği taşıyordu. Fakat anlaşılan bu önlemler yetmedi ki, siyaset dışı müdahalelerle süreç birileri tarafından kontrol altında tutulmaya çalışıldı. 28 Şubat post-modern darbesi, 27 Nisan e-muhtırası, Anayasa Mahkemesi’nde açılan parti kapatma davaları ve yakınlarda gerçekleşen Ergenekon imzalı bir dizi girişim de bu kontrol ve geçmiş dönemin elitlerinin imtiyazlarını kaybetmeme çabalarının dışavurumlarıdır.
Statükocuların Değişimle İmtihanı
Osmanlı yenileşme tarihinde karşımıza çıkan ve “gerici” olarak nitelenen isyanlar, ne devleti girdiği yoldan geri çevirebildiler ne de ülkeye yeni bir alternatif sunma başarısı gösterebildiler. Cumhuriyet Türkiye’sinde ülkeyi dünyanın değişen dengelerine uyumlu hale getirmeyi amaçlayan darbeler başarıya ulaşırken, bu sürece paralel olarak imtiyazlı konumlarını “yeni düzenin elitlerine” vermemek adına -sistemin sempatiyle bakmadığı- darbe girişimlerinde bulunan elit zümreler ise zamanla, sağladıkları konsensüs ortamını kaybedip marjinalleştiler. Marjinalleştikçe de, içeride ve dışarıda kendi pozisyonlarına uygun yeni denge ve ittifak arayışlarına giriştiler. Küçüldükçe ve yaşam alanları daraldıkça hırçınlıkları daha da artma eğilimi gösterdi.
Son aylarda muhatap kaldığımız gerilimler, ülkenin yaşadığı dönüşüm süreci ve geçmiş dönemlerin elitlerinin bu sürece yönelik tepkileri bağlamında anlaşılabilir. Kabaca AKP ülkenin küresel dönüşüme uyumunu temsil ediyor; kendisini kapatmaya çalışanlar ise imtiyazlarını kaybetmek istemeyen ve gittikçe müttefik kaybeden, marjinalleşen ve can havliyle hukuku, demokrasiyi ve halkı hiçe sayan çevreler. Bu marjinal çevreler bugün AKP’yi kapatmayı başarabilseler de, Türkiye Cumhuriyeti’ni -bir tehdit olarak algıladıkları- küresel politikalarla uyumlu bir çizgide devam etmekten alıkoyamayacaklar. Eğer Türkiye’yi bekleyen tehlike küreselleşmenin kuşatması altına girmekse; marjinalleşen çevrelerin yapıp ettikleri, ülkenin söz konusu tehlike karşısında daha da zayıf düşmesinden ve dolayısıyla da engellemeyi iddia ettikleri süreçleri hızlandırmaktan öte bir sonuç doğurmayacaktır. Başka bir deyişle, dün Erbakan’a tahammül edemeyenler bugün Recep Tayyip Erdoğan’la imtihan edilmekteler. Erdoğan’a ve AKP’ye tahammül edemeyenlerin yarın kimlerle ve neyle imtihan edileceklerini ise bugünden kestirebilmek hiç de kolay değil.
Meselenin daha da vahim boyutu; imtiyazlarını kaybetmek istemeyenlerle yeni süreç sayesinde imtiyaz elde edenler arasındaki kör dövüşünün, dünyanın ve Türkiye’nin yaşadığı dönüşümün ne olduğunun ve ne tür sonuçlar doğuracağının göz ardı edilmesine sebebiyet vermesidir.
Yaşanan dönüşümlerin, gerek devlet ve gerekse de millet için yeni imkanlar sunduğu aşikâr. Dünyanın değişen şartlarına uyum çabaları, ülkemizin demografik ve ekonomik yapısında ciddi değişiklikleri beraberinde getirdi ve getirmeye de devam ediyor. Siyasal yapının dönüşümü demografik yapıyı, demografik yapının dönüşümü ekonomik yapıyı, ekonomik yapının dönüşümü elitlerin dönüşümünü vs. etkiliyor. Birbirini karşılıklı olarak etkileyen bu dönüşüm süreçleri, pek çok gerilimi de beraberinde getiriyor.
Dönüşümler yalnızca topluma yeni imkanlar sunmuyor elbette. İmkanlar sunduğu ve zenginlikler sağladığı kadar, mevcut kültürel dokuyu ve dayanışma ağlarını yıprattığı da belirtilmesi gereken bir gerçek. Şu ana kadar ne devlet, ne de millet olarak bu dönüşüm süreçlerinde aktif bir fail olarak kendi ahlakımızı ve dayanışma ağlarımızı üretebildik. Tam tersine, yaşadığımız dönüşüm süreçleri yeni ahlakımızı belirledi. Toplumsal dönüşüm süreçlerinin belirlediği ahlak ise gelip geçicidir. Kalıcı değildir. Gerçekte de yoktur. Ortaya çıkan boşluk ise yaşanan toplumsal cinnetin, bireysel ve toplumsal çürümenin sebebidir.
Osmanlı Devleti’nin çağdaşlaşma girişimleri devlet ile milleti birbirine yabancılaştırmış, birbirine düşman hale getirmişti. Cumhuriyet Türkiye’sinde yaşanan, dünyadaki dönüşümlere ülkeyi uydurma çabaları ise milleti kendisine yabancılaştırıyor. Bu yabancılaşmayı durduracak, yeni imkanlardan yararlanmayı yeni tehlikelerle baş etme yollarıyla birlikte değerlendiren yeni bir ahlak yaratamaz isek, bu kara delik hepimizi yutacaktır. Bu noktada problem siyasette değil, zira siyaset siyasetliğini yapıyor. Siyaset-dışı yapması gerekeni yapıyor mu?
Paylaş
Tavsiye Et