GALİLEİ, “Güneş dünyanın merkezidir” dediği için 1616’da Engizisyon tarafından lanetlendi. Engizisyon bu söze Galileicileri aforoz edecek kadar kızmıştı. Çünkü merkezin değişmesi yerleşik düzenin alt-üst olması demekti. Türkiye’nin geleneksel “merkez” tartışması da bu türden bir kızgınlığa ve Engizisyon’a yol açmaktadır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Milli Mücadele’nin liderleri arasındaki mücadeleleri hatırlayalım. Merkez-çevre dengesini daha demokratik ve liberal bir şekilde tanzim etmek isteyen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, kuruluşundan 5 ay sonra tasfiye edilir; Halk Fırkası bu şekilde asker-sivil bürokrasinin temsilcisi olarak İttihatçıların bıraktığı merkeze oturur. Gazi Paşa’nın 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF)’nın kuruluşunda Fethi Bey’e “Siz CHP’nin biraz solunda durursunuz” sözü, bu merkezin muhalefete çizdiği sınırın çevreye mesafesini göstermektedir. Fakat halk SCF’ye çevrenin partisi rolünü atfedince merkezin senaryosu iflas eder.
Demokrat Parti (DP) de, milli şef İsmet Paşa’nın çizdiği merkezî sınırlar içerisinde tutulmaya çalışılır; ancak halk DP’ye de çevrenin partisi olarak bakar. DP ise tıpkı SCF’deki Fethi Okyar gibi “İttihatçı çelik çekirdek”ten gelen merkez-i umuminin mutemet temsilcisi Celal Bayar’ı liderlerinden biri olarak bünyesinde taşır. Buna rağmen DP, nüfusun ekseriyetini köylerde sabitleyen CHP’nin merkez-çevre dengesini, nüfusun %5’ini şehirlere yani merkeze taşıyarak sarsar. Bu değişikliklere ve demokratikleşmeye tahammül edemeyen merkez, 27 Mayıs darbesi ve 1961 Anayasası ile DP’yi tasfiye ederek merkezin çevre üzerindeki kontrolünü tahkim eder. Ancak DP ile başlayan ve somut olarak her beş yılda %5 artan şehirleşme oranı ve birçok iktisadi, toplumsal ve kültürel değişkende müşahede edilen değişme, ister istemez merkez-çevre ilişkilerini etkiler.
Adalet Partisi (AP), merkez-çevre ilişkisini değiştirecek bir iktisadi kalkınma dönemini sürdürürken, idam edilen Başvekil Adnan Menderes ve iki bakanının gölgesinde merkezi gözetmeye çalışır. Ancak artık harekete geçen Türkiye dinamikleri, AP dışında çevrenin yeni aktörlerini de Ankara’ya taşır. Bunların başında Milli Nizam Partisi ile başlayan Milli Görüş Hareketi gelir. Tavanıyla merkez, tabanıyla çevre hassasiyetleri gösteren ve zamanla Türk-İslam ülküsü adıyla bir denge inşa etmeye çalışan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) de bu vadide sayılabilir. Türkiye İşçi Partisi tecrübesi ise merkezdeki elitlerin bir kısmının CHP şemsiyesi dışına çıkma cesareti olarak anlamlıdır; ancak kısa zamanda başarısızlıkla sonuçlanır ve CHP dışına çıkanların büyük çoğunluğu bir cuntayla merkezi ele geçirmeyi dener. Merkez-çevre ilişkilerini sarsan büyük dönüşüm, merkezdeki hizipleri de birbirine düşürür. Merkez artık sadece çevreyi değil, kendi içinde sarsılan güç dengesini de kontrol etmek zorundadır.
1970’lerde CHP içerisinde yaşanan değişimin sonucunda genel başkanlık yarışını İsmet Paşa’nın karşısında kazanan Bülent Ecevit, partinin merkezî karakterini değiştirecek bir başarı sergileyemez. Komünizm korkutmacasıyla sağda AP şemsiyesinde sağlanmaya çalışılan Milliyetçi Cephe ise, merkezde arzu edilen karşılığı bulamaz. 12 Eylül darbesi, 27 Mayıs ve 12 Mart’a nispetle merkezin topluma sert bir müdahalesi olarak tarihe geçer. Ancak tuhaf bir şekilde siyasetin ve hukukun kontrol altına alındığı bu dönemde, merkezin gücünün içini boşaltacak uzun vadeli piyasa dinamikleri hayata geçer.
Dönemin önce önemli iktisadi, sonra da siyasi aktörü olan Turgut Özal, bu dönüşüm gücüyle “oynak merkez” teorisini gündeme taşır. Siyasi sistemin merkezini değiştirmek ve halka göre yeni bir merkez tayin etmek için çevrenin ve piyasanın yanında, küresel aktörlerin de devreye sokulması bakımından Özal dönemi, eskiden bir kopuştur. Daha önce genellikle çevreyi kontrol etmek ve bastırmak için küresel merkezleri kullanan Türkiye’deki merkezî güçler, Özal’dan sonra bu dinamikler karşısında giderek güç kaybeder. Özal’ın ardından Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel ilk beyanatında “Devlette dengeler yerine oturmuştur” diyerek, bundan sonra merkezin değil partilerin oynayacağının işaretini verir. Böylece merkez, kazandığı bu mevziiyle bir on sene daha siyasi alanda hegemonyasını devam ettirir. Böylece “oynak merkez”in yerini alan “oynak partiler” giderek çevreden kopar ve merkezin ajanı konumuna gelerek güç kaybeder. Giderek daralan merkez ise bir kriz odağına döner.
Siyasi merkezin tahkimatına meydan okuyan ve merkezin toplumsal kürede belirlenmesini isteyen aktörler, artan temsil kabiliyetlerini -Refah Partisi (RP) örneğinde olduğu gibi- siyasi kürede sergileyemezler. Siyasi merkez, özellikle de “devletlu” elit ve sermaye, bu yeni aktörleri dışlar. Bu, sadece siyaseten olgunlaşmamış bir tavrın değil, iktisaden siyasi merkez olmadan ayakta duramayacak kesimlerin şedid bir savunma refleksinin ifadesidir.
27 Mart 1994 mahalli idareler seçimiyle başlayan “devlet ve rejim sorunu” tartışması, 24 Aralık 1995 genel seçimiyle pişer ve Refah-Yol koalisyonuyla servise hazır hale gelir. Böylece 28 Şubat 1997’deki post-modern darbeyle siyaset zemini giderek daraltılır ve “merkez”e hapsedilir. Bu, siyasetin çevre kökeninden kopartılarak devşirilmesi veya devletleştirilmesi olarak da okunabilir. Bu sürecin son dönemdeki başlangıç noktası Susurluk olayına kadar iner. Dönemin Başbakanı Susurluk olayını ve bu olaya gösterilen tepkileri “fasa fiso” diyerek “ben bilmem merkez bilir” şeklinde siyaset yapmama iradesini beyan eder. “Aydınlık için bir dakika karanlık” eyleminde ifadesini bulan tepkiler ise, bir anda RP karşıtı bir nitelik kazanarak siyasi bel kemiği olmayan ve manipülasyona açık olmaktan da öte, teşne tavrıyla “merkezî” bir karakter kazanır. Olaya hararetle müdahil olmak isteyen ANAP ise Mesut Yılmaz ve Eyüp Aşık’ın şahsında hafiyeliğe soyunarak Susurluk’u siyaset dışı bir alana hapseder.
18 Nisan 1999 seçimleri, bu çerçevede “siyaset dışı” bir mahiyet arz eder. Ana partiler “siyaset” yapmazken, reel politiği en iyi okuyup tatbik eden, Ecevit’in DSP’si ve ziyadesiyle MHP olur. Bunda MHP’nin bir yandan merkezde reel politiğe, “siyaset dışı siyaset”e uygun profil çizmesinin, diğer yandan teşkilatların özellikle taşrada bir bedevi asabiyetiyle seçime “siyasi” müdahalesinin katkısı olur. Bedevi enerjisiyle bir imparatorluk kurulabilir ama imparatorluk bedevilikle yönetilemez. Daha önce RP’nin karşılaştığı handikap, MHP’nin de önüne çıkar. MHP liderliğinin merkez vurgusu, işte bu problemi konsolide ederek zamanla aşma stratejisini yansıtır. Fakat problem, MHP’yi de içine alan siyasi sistemden kaynaklanmaktadır. Sadece MHP değil, herkes merkezdedir. Herkesin merkezde olduğu bir yerde sahiden merkezden bahsetmek mümkün müdür? Çevreyi kim temsil edecektir?
Reel politiği başarılı bir şekilde okuyan Ecevit ailesinin DSP’si, başarılı olmasını aslında parti diyebileceğimiz bir zatiyet içermemesine ve siyaset dışı kalabilmesine borçludur. Ecevit “bu düzen değişecek” isyankarlığından “bu düzen değişmeyecek” noktasına gelerek tövbekar olmuş bir derviş edasıyla artık Türk siyasetinin “merkez efendisi” unvanını almaya hak kazanır. CHP ise ne merkeze ne çevreye yaranır ve tecrit durumunda bir stratejik açmazın içinde merkezin yedek kulübesinde sırasını bekler.
Siyasi partilerin merkez ile çevre arasındaki ilişkileri yeniden tanzim etmek, çevrenin meselelerini merkeze taşımak yerine, merkezin, çevre üzerindeki bir kontrol aracına veya ajanına dönüşmesi bir temsil krizi yaratır. Partiler, bu surette ideolojilerden soyutlanarak salt maddi kaynak dağılımına veya sembolikleştirilmiş-dondurulmuş kimlik kovukları olmaya yönelir.
Bu genel tablo içinde iktisaden ve siyaseten çığırından çıkan siyasi merkez ve bu merkezin partileri peş peşe gelen krizlerle çöker. Çevreden gelerek siyasi merkezdeki boşluğu doldurmaya başlayan AK Parti 3 Kasım 2002’de tek başına iktidara gelir ve on yıldır bekleyen reformları yapmaya başlar. Merkez ise krizlerin yaşandığı Ecevit döneminden beri siyasi sistemi yeniden kuşatacak darbe teşebbüsleriyle meşguldür. Basına aksettiği kadarıyla en son AK Parti’nin kapatılması davasına kadar yedi darbe teşebbüsü, siyasi merkezdeki krizin derinliğini anlatmaya başlı başlına yeterlidir.
AK Parti hem lideri hem de kadrosuyla merkez sağın profesyonel siyasetçilerine göre, tabanın organik bir devamı olarak dikkat çekiyor. Tıpkı Özal gibi merkezi değiştirmek için çevreyi, piyasayı ve küresel aktörleri motive etmeyi başaran bir performans gösteren AK Parti, özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve sivil anayasa teşebbüsüyle, Galilei gibi merkezi yeniden tayin etmeye yöneliyor. Bunun sonucunda da Engizisyon’la karşı karşıya. Merkezin siyasi komiseri olan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın “Anayasa’yı ancak idamı göze alarak değiştirebilirsin” sözü, bu bakımdan manidar.
Bugün AK Parti, Engizisyon karşısında tövbekârlığa zorlanıyor. Bu şekilde merkezi tayin etmek bir yana, merkeze tabi olan bir “öğretilmiş acizliğe” mahkum edilmek isteniyor. AK Parti şimdi merkez ve çevre olmak üzere iki jüri karşısında sınav vermek durumunda. İktidarda veya muhalefette siyasi partilerin “merkez efendiliği”ne talip olmak yerine, merkez esasında bir siyaseti reddedecek cesareti göstermesi gerekiyor; yoksa kendi “çevre”lerini kaybedebilir. Bu haliyle merkezin kendisini devam ettirmesi mümkün görünmüyor. AK Parti’nin bilhassa 22 Temmuz sonrasında merkezi gözeten hassasiyetini de idrak edemeyen bir merkez, sağduyusunu ve “merkez” vasfını yitirmiş demektir. AK Parti Engizisyon’da tövbekâr olsa da, dünya dönmeye devam edecektir.
Paylaş
Tavsiye Et