EKONOMİ, beklentiler okyanusunda yüzen bir gemi gibidir. Gelecekten beklenen bir şey yoksa, kötümserlik havayı kaplamışsa, böyle bir ortamda üretim ve tüketim kararları ertelenir, ekonominin direnme şansı kalmaz.
Türkiye’de 2007 yılında enflasyonun yanı sıra göreceli bir durgunluk sıkıntısı baş gösterdi. Bu iki sorunun derinleşmesi potansiyel bir stagflasyon tehlikesini içerirken, bu eğilimin dünyada da belirginleştiği görülüyor. Şu anda dünyada göreceli bir durgunluk ve arz şokuna dayalı bir enflasyonist baskı olduğundan Türkiye ile dünyanın sorunları paralel. Türkiye’nin bu döneminde dikkatle takip edilmesi gereken üç temel değişken var: Ekonomik büyüme, fiyat istikrarı ve finansal istikrar.
Büyüme, Türkiye’de 2002-2007 arasında 24 çeyrektir ilk defa kesintisiz bir şekilde devam edip, 2007’de göreceli olarak yavaşladı. Toplumsal bedeli ağır olsa da bu bir tercih değil, zorunluluktu. Zira dışarının ve içerinin bu kadar bozulduğu bir ortamda “ayağını yorganına göre uzat” kuralını ihlal edip, sürdürülebilir büyümenin altyapısını oluşturmadan kaynaklar üzerinde aşırı baskı yaparak büyümeye devam etmek son derece tehlikeli olabilirdi. Bu durumda çok daha fazla dış açık ve kontrolden çıkmış bir enflasyon algılaması nedeniyle şu sıralarda Türkiye ekonomisi direnmek bir yana çoktan bir krizin eşiğine gelmiş olabilirdi. Fırsat dönemleri risk alma, kriz dönemleri ise tedbirli olma zamanıdır. Kriz ortamında önemli olan katlanılabilir maliyetleri iyi tanımlamak ve buna göre bir tercihte bulunmaktır.
Bütün bu zaruretlere rağmen iki önemli gelişme burada not edilmeli: İlk olarak, yaşamakta olduğumuz türden iç ve dış olumsuz konjonktürlerde daha önceleri Türkiye büyük bir krize girerken, şimdi %4,5 oranında büyümeyi başardı. İkinci olarak enflasyonda Türkiye, 2007 yılı hedefini sektirmiş olsa da, dünyada enflasyonunu düşüren az sayıdaki ülkenin başında yer aldı. Ancak bundan sonra büyüme ve enflasyon alanında risklerin artması beklenmeli. Zira 2002-2005 arasında enflasyonun düşmesini mümkün kılan parametreler tersine dönmüş durumda.
Gerçekten de 2005 yılının sonuna kadar enflasyonu düşüren süreçte en büyük iki katkı, kamu mali dengelerinde (bütçe açığı ve borç yükü) meydana gelen iyileşmeler ve reel sektörde kaydedilen büyük verimlilik atılımından geldi. Bütçe açığı GSYH’nin %16,5’inden (2001 sonu) %0,7’sine (2006 sonu) gerileyince enflasyonu azdıran en büyük amil ortadan kalktı. Aynı şekilde kısmi verimlilik 100 bazından 170’e, toplam faktör verimliliği 1990-2001 arasındaki “yok mesabesi”nden %45’e sıçradı. Böylece 2002 yılından beri emtia fiyatlarında kaydedilen baş döndüren maliyet artışlarının hızlı büyüme döneminde enflasyon üzerinde oluşturacağı olumsuz etki bastırıldı.
Sorun şu ki; 2006 ortasından sonra ekonomideki verimlilik artışı ile kamu mali dengelerindeki düzelmenin doğal sınırına gelindi. Ancak girdi maliyetlerindeki rekor artış hız kesmediği gibi, artmaya devam etti. Uluslararası ortam bozuldu ve arz yönlü enflasyon baskısı artık dünyanın bir sorunu haline geldi. Böylece 2002-2005 dönemindeki sürecin tersi yönde bir baskı ortaya çıktı. 2002-2005 yılları arasında, yıl sonunda ortaya çıkan enflasyon gerçekleşmeleri her seferinde hedeflerin bir hayli altında kaldığından, hem Merkez Bankası’nın hem de hükümetin enflasyonla mücadelede güvenilirliği (kredibilitesi) arttı. Oysa 2006-2007 yıllarında enflasyon hedefleri tutmayınca kredibilite zaafları ortaya çıkmaya ve beklenti idaresi artan oranlarda zorlaşmaya başladı.
Nitekim 2007 yılında talep yere çakıldığı ve büyüme %4,5 mertebesine gerilediği halde enflasyon hedefi tutmadı. Bu koşullarda enflasyonu düşürmek üzere talebin daha fazla bastırılması imkanı kalmadığı gibi, bunu temin etmek üzere sürdürülen göreceli yüksek faiz politikasının neden olduğu durgunluğun sosyal maliyeti de bir hayli derinleşti. Bu meyanda talebin daha fazla bastırılması için piyasanın aşırı likiditesiz bırakılması da dâhil olmak üzere, daraltıcı para politikalarının gevşetilmesi gereği ortaya çıkıyor. Enflasyonu az da olsa düşürmenin bedeli bir hayli ağır oluyor. Zira ekonomi durağanlığa girerken, işsizlik oranı 2001 krizi eşiğine doğru yükseliyor. İç piyasadaki durgunluk şirketlerin kârlarını eritirken, kapanma riskini de artırıyor.
Finansal istikrarı ise bankacılık, hane halkı, reel ekonomi ve kamu sektörü üzerinden ayrı ayrı takip etmek gerekiyor.
Bankacılıkta yabancı para pozisyonu açığı 2001 yılından çok daha “düzgün” olmakla beraber, az da olsa hâlâ “risk” var. Ancak bankaların çok güçlü bir sermaye yeterlilik oranı mevcut. Varlıkların içinde kredilerin oranı %50 iken, kredi riski ise son derece düşük (net tahsili geciken alacakların oranı %0,3).
Reel sektöre gelince kısa vadeli borçların toplam borçlar içindeki payı 2001 yılına nazaran gerilemiş olmakla birlikte, Türkiye’nin benzer ülkelere nazaran kısa vadeli borçluluğu daha yüksek. Yine reel sektörün “dolarizasyon” oranı benzer ülkelerin içinde en yüksek seviyede seyrediyor. Bankacılık kesimi dışındaki sektörün “varlıklar eksi yükümlülükler” şeklinde tanımlanan yabancı para açık pozisyonu, 70 milyar dolar civarında. Ancak açık pozisyon veren şirketlerin güçlü ihracat eğilimleri olduğu, bunun da durumu normalleştirici etkide bulunacağı açık. Yine olumlu bir gelişme olarak, reel sektörün toplam borç öz kaynak oranında ve “faiz ödeme gücü”nde de büyük bir iyileşmenin olduğu görülüyor.
Hanehalkı için finansal istikrara bakıldığında 2003’te dövize endeksli kredilerin toplamdaki payının %9’dan 2007’de %4,5 civarına gerilediği görülüyor. Keza hanehalkının yükümlülüklerinin 2006 sonunda GSYH’ye oranı Avrupa’da %65, Doğu Avrupa’da %25, Türkiye’de ise sadece %10 civarında. Bunun anlamı, Türkiye’de hanehalkının büyük bir borç yükü altında yaşamadığı ve buradan kaynaklanacak bir ödeme sıkıntısı nedeniyle sektörlerin ve bankaların büyük bir sıkıntı içine girmeyecekleridir.
Son olarak kamu kesiminin finansal istikrarı ele alındığında öncelikli olarak revize milli gelir rakamlarına göre net kamu borç stokunun GSYH’ye oranının %30, brütünün %42 ve AB tanımlı olarak bakılanın ise %40 bandının altına sarktığı görülüyor. Yine merkezî hükümetin borç yükünün dövize endeksli miktarının 2000 yılındaki %65 bandından gerileyerek %30 bandına düştüğü göze çarpıyor. Mevcut durumda dövize endeksli kamu borcunun GSYH’ye oranı %3,5 düzeyinde bulunuyor. Hazine’nin borç yönetimi stratejisinin bir parçası olarak döviz, değişken ve sabit faizli borçlar arasında bir denge kurularak riskler asgari düzeyde tutulmaya çalışılıyor. Son olarak 75 milyar bandında dalgalanan döviz rezervlerinin GSYH’ye oranı da %12 gibi yeterli sayılacak bir düzeyde.
Finansal istikrar konusunda ortaya çıkan sonuç, Türkiye’nin göstergelerinin alarm çalacak ve büyük bir endişe oluşturacak mahiyette olmadığı, ancak tedbirin elden bırakılmadan risk idaresinin kalitesinin daha da artırılması gerektiğidir.
Paylaş
Tavsiye Et