Yönetmen-Senaryo: Kürşat Kızbaz
Oyuncular: Sinan Tuzcu, Burak Sergen,
Özcan Deniz
Yapım: Türkiye, 2008, 80 dk.
1207 yılında Horasan’ın Belh şehrinde dünyaya gelen Mevlana Celaleddin, Moğol istilası nedeniyle Belh’ten ayrılarak sığındığı Konya’da 1244 yılında Şems-i Tebrizi isimli cezbeli, kalender bir derviş ile karşılaşır. İlahi aşkın güzelliğini, onun içinde erimiş olan Şems’te temaşa eden Mevlana, artık âlim yahut hakîm değil, âşıktır. Hangisi mürit, hangisi mürşittir, kim âşık kim mâşuktur, bilinmez. Onlar aşkın ilahi göğünde parlayan iki yıldızdırlar. Mevlana Şems’in zuhuru ile adeta sıfırlanır: “Ölüydüm, dirildim. Ağlayıştım, gülüş oldum. Aşk devleti geldi; durup duran, geçip gitmeyen bir devlet oldum.” (Divan-ı Kebir)
Ancak gaybdan gelen Şems, yine gayba gidecek, Mevlana’yı aşk odunda tek başına bırakacaktır. Şems’in yokluğunda coşan ırmaklar, ölüm gününü düğün günü yapan, ilahi cezbeyle kainattaki tüm makro ve mikro unsurların dönüş hareketini semada sembolize eden Mevlana’nın eserlerine ilham kaynağı olur. Hazreti Pîr’in Mesnevi’si, Fîhi Mâfih’i, Mektubat’ı, Divan-ı Kebir’i, Rubailer’i yüzyıllardan günümüze gönüllerimizi aydınlatmaya devam ediyor.
Ancak biz, Hazreti Pîr’i tanıma, anlama ve tüm dünyaya anlatma misyonumuzu maalesef UNESCO’nun 2007’yi Mevlana yılı ilan etmesiyle hatırladık. Kürşat Kızbaz’ın senarist ve yönetmenliğini yaptığı Mevlana: Aşkın Dansı isimli doküdrama, bu uğurda çabalasa da maalesef başarılı olamayan bir yapım.
Takma sakalların “Ben takma sakalım” diye bağırdığı, oyuncuların daha çok niye orada olduklarını anlayamamış bir tavır içerinde olduğu filmin, en büyük kusuru bunlar değil kuşkusuz. Seyyid Hüseyin Nasr, Carl Ernst, William Chittick, Mahmut Erol Kılıç, Tuğrul İnançer gibi farklı ülke ve kültürlerden yaklaşık 50 Mevlana ve Mevlevilik uzmanıyla yapılan söyleşilere yer veren filmde; onunla ilgili herkesin bilebileceği basmakalıp ifadeler alıntılanarak son derece yetersiz bir kurgu oluşturulmuş.
Ayrıca Mevlana gibi bir âşığı, hümanist felsefenin 13. yüzyıldaki temsilcisi gibi göstermek ancak bizim gibi geçmişi olan ama tarihi olmayan milletlere has bir tavır olsa gerek. İnsanı ilahi tecelligahın aynası olarak gören Mevlana’yı, hümanist felsefenin insanı Tanrılaştıran anlayışıyla bir tutmak, Mevlana’ya yapabilecek en büyük hakaret.
16. yüzyılda Avrupalı aydınlar arasında ortaya çıkan hümanist felsefe, Ortaçağ’da aslından saptırılmış olan Hıristiyanlık anlayışına, tanrı adına insan üzerinde gerçekleştirilen zulme karşı koyar; bu uğurda tanrıyı tümden reddeder. Hümanizmin temsilcilerinden August Comte, “İnsanlık dini”ni kurar ve insanlığı tapılması gereken ebedi ve sonsuz varlık olarak görür. Bu anlamda âşıkların piri Mevlana’yı, Batı’ya şirin görünme amacıyla “hümanist bir sevgi kelebeği” olarak çizen bir zihniyetin, onu anlatmaktan önce, “anlama”ya çalışması elzem. /Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen-Senaryo: Marc Caro, Jean-Pierre Jeunet
Oyuncular: Ron Perlman, Judith Vittet
Yapım: Fransa-Almanya-İspanya, 1995, 112 dk.
Bir bilim adamı tarafından “mükemmel bir çocuk” olarak icat edilen Krank’ın çok ciddi bir imalat hatası vardır. Krank rüya görememektedir ve bu nedenle giderek yaşlanmaktadır. Çareyi küçük çocukları kaçırıp rüyalarını çalmakta arar. Bir sirkte çalışan güçlü ve saf One ise hırsızlık yapan Miette isimli küçük bir kızla beraber, Krank tarafından kaçırılan kardeşinin peşine düşecektir.
Kayıp Çocuklar Şehri, kırmızı-yeşil tonları, steampunk yapısı ve huzursuz atmosferi ile Jeunet&Caro ortaklığının kendilerine has dilini ortaya koyuyor. Yarı tanrı bilim adamı ve onun ürettiği zavallı klonlar üzerinden, fıtri olana her müdahaleyi meşru gören bilimselliğe ciddi eleştiriler getiren filmin, eksi hanesi ise bu uğurda her tür şiddeti görselleştirmeyi mubah sayması. Kayıp Çocuklar Şehri, kendinden sonraki fantastik filmlere ilham kaynağı olmuş bir klasik ve bu yönüyle izlenmeye değer bir yapım. /Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen: Biray Dalkıran
Senaryo: Burak Sesli
Oyuncular: Engin Düzyatan, Zeynep Papuççuoğlu
Yapım: Türkiye, 2007
Annesinin ölümünün ardından, yedi yaşında, büyük bir travma geçirerek akli dengesi bozulan Can, bununla birlikte büyük bir hayal gücüne sahip olur. Hayatına babası ile devam eder ve yalnız bir çocukluk geçirir. Annesinin hayaliyle yaşamaya çalışan Can, 30’lu yaşlarında, zeka düzeyi düşük olduğu için babası tarafından hastaneye yatırılır. Kendi dünyasında parklar, gökyüzü ve annesi ile renkli bir atmosfere sahip olan Can, diğer insanların göremediği şeyleri gördüğü bu dünyada son derece mutludur. Bir gün hastanede tanıştığı şizofren bir kız ile arkadaş olur. Hayallerini annesinden sonra süsleyen ikinci arkadaşıdır bu kız. Hastaneye yatırılışı ile tıbbi bir deneyin ortasına düşen Can, doktorların üzerinde çalıştıkları bir ilacın ilk kullanıcısı olur. Deneyi yapan doktorlar hastaya normal bir hayat vaat ederler. Kendilerinin normal dedikleri dünyada ilacın etkisiyle tutunmaya çalışan hasta, kendi dünyasıyla normal dünya arasında gelgitler yaşar. Bir denek olarak seçilen Can, tedavi sona ermeden kendi dünyasına dönmeyi seçer.
Amerika ve İngiltere’de gişe filmleri için kullanılan özel efektlerin Cennet’te kullanıldığı söylentisi, filmin teknik açıdan tatmin edici bir boyuta ulaştığı beklentisini doğurdu. Uçma sahneleri için dört ayrı düzenek kurulan filmde, cennet ve uçma konulu planlar için de platoda ayrıca çekimler yapıldı. Plato aşamasında uçma sahnelerinin inandırıcılığını arttırmak adına Harry Potter filmindeki düzenek bile sağlandı. Ancak tüm çabalara rağmen Cennet, görsel açıdan bir bütünlük sağlayamayan kararsız bir görüntü yumağı gibi. Film, çekim hataları dışında görsel açıdan eğlenceli-masalsı bir atmosfer sunmayı hedefliyor. Ancak kurulan masalsı atmosfer amatör bir çizgi filmdeki başarıya yaklaşmakta bile zorlanıyor. Şizofren ve psikoz iki kimliğin filmde ana karakterler oluşu ise iddalı bir karakter seçimini akla getiriyor. Ancak oyuncuların neredeyse hiçbir akıl hastasını gözlemlemeden bir oyunculuk sergiledikleri bile rahatlıkla düşünülebilir. 1975 yapımı olan Guguk Kuşu’nun üzerinden yıllar geçmesine rağmen hastaların gerçekçi oyunculukları hafızalardan silinmiyor. Bu anlamda Cennet’in başrol oyuncuları televizyonda yakaladıkları popülarite dışında hiçbir cazibe barındırmıyorlar. Filmin tek olumlu tarafı Türk sinemasında psikolojik ağırlığı ile ortaya çıkan bir film oluşu. Çünkü filmdeki oyunculuk ne seyirciyi bir akıl hastasının dünyasına yaklaştırabiliyor ne de akli dengesi yerinde olmayan bir insanın hayatının diğerleri tarafından manipüle oluşuna hakkıyla tanıklık edebiliyor. /Esra Bulut
Tavsiye Et
Yönetmen: Hana Makhmalbaf
Senaryo: Marzieh Meshkini
Oyuncular: Nikbakht Noruz, Abbas Alijome
Yapım: İran, 2008, 81 dk.
Makhmalbaf ailesi, İran sinemasında adeta tek başına bir film platosu işlevi görüyor. İran sinemasına damgasını vuran yönetmen Muhsin Makhmalbaf, aile üyeleriyle kurduğu Makhmalbaf Film Okulu’nda, “eli kalem tutmak” deyimini, çoktan “eli kamera tutmak” deyimine dönüştürdü bile. Son dönemde uluslararası festivallerde yoğun bir teveccühe mahzar olan Makhmalbaf ailesi, özellikle Afganistan işgalinin sonuçlarına ve ülke gerçeklerine çocuk ve kadınların gözünden yaklaşan filmleriyle dikkat çekiyorlar. Muhsin Makhmalbaf’ın Kandahar, eşi Marzieh Meshkini’nin Şaşkın Köpekler, kızı Samira Makhmalbaf’ın Kara Tahta ile oğlu Maysam Makhmalbaf’ın Samira Kara Tahta’yı Nasıl Çekti? filmlerinin ardından son olarak ailenin küçük kızı Hana da, işgal sonrası Afganistan’ına mercek tutan filmografiye Utanç ile dâhil oldu.
7 yaşında babasının yönettiği Masumiyet Anı filminde oynayan, 8 yaşında Teyzemin Hastalandığı Gün adlı ilk kısa filmini çeken, 14 yaşındayken Afganistan’da çektiği ilk belgeseli Joy of Madness, 2003 Venedik Film Festivali’nde üç ödül kazanan Hana Makhmalbaf, 18 yaşında çektiği, Afganistan’lı küçük kız çocuğu Baktay’ın bir gününe odaklanan ilk uzun metrajlı filmiyle uluslararası sinema çevrelerinde ses getirmeyi başardı.
Afganistan’da savaşın yıkıcı etkisinden en çok etkilenenin çocuklar olduğu gerçeğinden yola çıkan, yeni gerçekçi üsluptaki Utanç, altı yaşındaki Baktay’ı takip ediyor. Baktay’ın tek isteği, komşularının oğlu Abbas gibi okula gitmek. Annesi kardeşini ona emanet edip gittiğinden, kardeşini ayağından, yaşadıkları mağaraya bağlıyor. Sonrasında defter almak için para bulmaya, evdeki yumurta ve ekmeği satmaya çalışıyor. Yolda karşısına çıkan Buda heykelinin dibinde “Talibancılık” oynayan çocuklar, başka kızlarla birlikte Baktay’ın da okula gitmesine izin vermiyor, defterini alıp yırtıyor. Okul yolunda türlü engellerle karşılaşan Baktay, son ana kadar mücadele etmeye devam ediyor. Daha çok yakın planlara ve omuz kameralı hareketli çekimlere sahip olan Utanç’ta çocukların doğal oyunculukları, filme “İran sineması bir çocuk sinemasıdır” tespitini haklı çıkaracak ölçüde naiflik katıyor.
Ancak dini, içeriksiz bir kurallar bütününe indirgeyen Taliban’a karşı, “Afganistan gerçekliğini tüm yönleriyle anlatıyoruz” adı altında çekilen bu filmlerin, Batılı ülkelerin “Demokrasi götürüyoruz” diyerek işgal ettiği ülkelerde yaktıkları ateşe odun taşıdığı da aşikâr. Başta Talibancılık oynayan çocukların finale doğru Amerikan ordusu rollerini üstlenip oyunlarını sürdürmeleri de açıkçası yerli bir unsur ile yabancı bir işgal arasında kötülük dengesi kurma garabetini fazlasıyla açık ediyor. Çocukların oyunlarında sadece ölmeyi hayal edebildikleri bir ülkede, Abbas’ın Baktay’a verdiği oyun tiyosu ise son derece manidar: “Öl! Ancak ölürsen özgür olursun.” /Hilal Turan
Tavsiye Et