DİĞER canlılardan farklı olarak, bilinçli ve organize hareket edebilme yeteneği sonucunda insanoğlu, avcı ve toplayıcı toplumlardan sırasıyla kır toplumları, tarım toplumları, sanayi toplumları ve nihayet yirminci asrın sonlarına doğru bilgi toplumlarına geçmeyi başarmıştır. M.Ö. 8. binyılda ortaya çıkan tarım devrimi, avcılık ve toplayıcılıkla geçinen insan gruplarını çiftçi ve çoban toplumlarına dönüştürdü. Tarım devrimiyle birlikte nüfus arttı, yeni yeni şehirler ve devletler ortaya çıktı, önemli teknolojik gelişmeler yaşandı, ticari faaliyetler arttı ve kominal mülkiyet sistemi doğdu.
Sanayi Devrimi öncesindeki son dönemlerde ticari kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, uzun çalışma süreleri, kadınların ve özellikle de çocukların aşırı bir şekilde çalıştırılmaları ve istismar edilmeleri gibi bazı sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Bu dönemde doğmakta olan işçi hareketleri, bütün ülkeler tarafından yok edilmeye çalışıldı. Örneğin, İngiltere’de işçi hareketlerini bastırıcı yasalar çıkartıldı; fakat diğer taraftan ücretlerin yerel adli makamlarca tespit edilmesi ilkesi canlandırılarak, işçilerin çıkarlarının da korunması istendi. Ama hem işçi hareketlerini önleme hem de ücret konusundaki önlemlerin etkileri düşük düzeyde kaldı.
Sanayi Toplumunda Çalışma Hayatı ve Sorunları
İnsan gücü yerine makinenin ikame edilmesiyle 18. yüzyılın ortalarından itibaren başlayan Sanayi Devrimi’yle birlikte, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir üretim düzeyi ve büyük göçler meydana geldi. Yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yanı sıra insan unsuru aşırı şekilde çalıştırıldı ve kullanıldı.
Bu dönemin üretim yapısına paralel olarak düşünsel düzeyde kapitalizmin temelleri de atıldı. Döneme damgasını vuran “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganı doğrultusunda, mal ve emek piyasalarına müdahale edilmedi. Mal ve emek piyasalarının, piyasa şartlarına bırakılmasıyla en ideal ortamın kendiliğinden ortaya çıkacağı düşünülse de, beklenenin aksine böyle bir ideal piyasa oluşmadı. Aksine insanlık tarihinin hemen hemen hiçbir döneminde görülmemiş düzeyde sorunlar ortaya çıkmaya başladı: Sürekli olarak artan işsizlik, gittikçe düşen ücretler, günlük 18 saate varan çalışma süreleri, küçük yaşlarda çocukların ve kadınların çalıştırılması, aşırı şekilde istihdam ve istismar edilmeleri vb.
Bu vahşi kapitalist ortama ekonomik, sosyal, siyasi, dinî ve kültürel nedenlerle başta işçiler olmak üzere bazı işverenlerden, siyasilerden, askerî ve dinî kesimlerden yoğun tepkiler geldi. Sanayi kapitalizminin ortaya çıkardığı sorunlar karşısında, 19. yüzyılın ortalarına doğru devlet, oluşturduğu kurumlarla ve çıkarmış olduğu yasalarla çalışma hayatına müdahale etmeye başladı.
Devletin çalışma hayatına müdahale araçlarından birisi de sendikalardı. Bireysel olarak emeğin zayıf durumda bulunması ve işveren karşısında rekabet edememesi, işçilerin sosyal ve ekonomik hak ve menfaatlerini istedikleri düzeyde elde edebilmeleri için kendi aralarında örgütlenmelerine neden oldu.
Başta emek kartelleri oluşturabilecekleri düşüncesiyle karşı çıkılan sendikalar, uzun mücadeleler sonucunda tanınmaya başlandı. Sendikaların serbest bir şekilde kurulabilmesine imkan tanıyan yasalar, İngiltere’de 1824, ABD’de 1842, Fransa’da 1884 ve Almanya’da 1869’da çıkarıldı.
Batı’da işçilerin uzun süreli mücadele ve gayretleri sonucunda kabul edilen sendikaların ortaya çıkıp gelişebilmesi için bazı şartlar gerekiyordu: Sanayileşmenin belli düzeye ulaşması, işçilerin hak ve menfaatlerinin diğer grupların hak ve menfaatlerinden farklı olduğu bilincine varmaları, işçilerle işverenler arasındaki menfaat çatışmalarının ve uyuşmazlıklarının gerginleşmesi, işçi hareketlerine yön verebilecek lider kadronun olması, sendikaların serbest bir şekilde kurulabilmesine uygun bir yasal ortamın bulunması ve tüm bunlara ilave olarak demokratik sistemin varlığı.
Genelde tüm dünyada sendikalar 1980’lere kadar gerek üye sayıları gerekse baskı güçleri bakımından altın çağlarını yaşadılar; ancak daha sonra gelişmiş ülkelerin büyük bir kısmında bu özelliklerini ve güçlerini kaybetmeye başladılar. Sendikaların, güçlerini kaybetmelerinde rol oynayan birçok faktör bulunuyordu: 1973’te ortaya çıkan ilk petrol krizinin neden olduğu ekonomik daralma, neoliberal politikaların ortaya çıkması, özellikle üretim teknolojisindeki yeni gelişmelere bağlı olarak istihdam ve işgücünün yapısında meydana gelen değişmeler, uluslararası rekabeti kızıştıran küreselleşme hareketi, esneklik uygulamaları, taşeronlaşma ve sendikalarla ilgili yasalar, sendikaların ortaya çıkan bu yeni yapıya uyum sağlayabilecek gelişme ve çalışmaları gerçekleştirememeleri.
Günümüzde ise ülkelerin ekonomik ve sanayileşme düzeyleri, sosyo-kültürel özellikleri, siyasal ve yasal yapıları ve işverenlerin tutumuna bağlı olarak sendikaların üye sayıları ve güçleri bakımından aralarında önemli farklılıklar bulunuyor.
Türkiye’de Sendikacılık
Türkiye’deki çalışma ilişkilerinin tarihsel gelişimi, Cumhuriyet öncesi ve sonrası olmak üzere kabaca iki dönemde ele alınabilir.
Osmanlı’da geleneksel çalışma ilişkileri esnaf örgütlenmesi şeklinde Ahi Birlikleri tarafından düzenlenmişti ve bu sistemin çırak, kalfa ve usta olmak üzere üç önemli aktörü bulunuyordu. Bu sistem çatışmaya değil dayanışmaya, güvensizliğe değil karşılıklı güvene dayanıyordu. Uzun süre Osmanlı toplumuna şekil veren ve geleneksel çalışma ilişkilerini düzenleyen Ahi Birlikleri, gerek içsel gerekse dışsal faktörler nedeniyle zamanla fonksiyonlarını kaybetmeye başladı ve Cumhuriyet’le birlikle, bazı izleri ve etkileri halen Türk esnafı arasında yaşamaya devam etse de, tarih sahnesinden silinip gitti.
Osmanlı dönemindeki bu geleneksel ilişkilerin yanı sıra Batılı tarzda çalışma ilişkileri, diğer bir ifadeyle işçi hareketleri ise 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında kendisini hissettirmeye başladı. Bu gelişmelere bakıldığında, Türkiye’de sendikacılığın yaklaşık bir asırlık geçmişinin bulunduğunu söylemek mümkün.
24 Temmuz 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet’ten önce Ameleperver Cemiyeti ve Osmanlı Amele Cemiyeti gibi bazı örgütler kurulmakla birlikte, sendikacılık alanında asıl canlanma bu dönemden sonra gerçekleşti. II. Meşrutiyet’in ilanıyla yeni dönemin adalet, dayanışma, eşitlik, hürriyet ve kardeşlik sloganları işçileri de etkiledi ve özellikle de yabancı sermayeli işyerlerinde önemli grevler meydana geldi. Bu grevler üzerine İttihat ve Terakki hükümeti işverenden yana tavır koydu ve Ekim 1908’de “Tatil-i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanun-ı Muvakkat”ın kabul edilmesiyle grevler sona erdi. Bu kanun Ağustos 1909’da “Tatil-i Eşgal Kanunu” olarak yürürlüğe girdi. Yeni çıkan bu kanunla cemiyet kurmak yasaklandı, grev yapmak da zorunlu uzlaşma dönemleri ile zorlaştırıldı. Ancak bu kanunun yürürlüğe girmesinden sonra da çoğu, yasa kapsamı dışında 38 grev gerçekleştirildi.
1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından önce kurulmuş olan Türkiye İşçi Derneği, Beynelmilel İşçiler İttihadı ve İstanbul Umum Amele Birliği gibi işçi örgütleri Cumhuriyet’in ilk yıllarında da varlıklarını devam ettirdi. Bunlar dönemin ilk işçi örgütleri olarak kabul edilmektedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ekonominin millileştirilmesi için gösterilen yoğun çabalar doğrultusunda 1 Aralık 1922’de Milli Türk Ticaret Birliği (MTTB) kuruldu; daha sonra MTTB’yi kuranlar, İstanbul’un Türk ve Müslüman esnafını İstanbul Esnaf Cemiyetleri Birliği (İECB), işçileri ise İstanbul Umum Amele Birliği (İUAB) çatısı altında örgütlediler. Diğer taraftan, İzmir İktisat Kongresi’nde alınan bir karar üzerine Aralık 1923’te İstanbul’da Türkiye Umum Amele Birliği (TUAB) kuruldu; ancak örgütün çalışmasına fırsat verilmedi. 1924’te Şark Demiryolları İşçileri, İUAB’nin hükümet ve işveren yanlısı tutumunu değiştirmeyeceklerini anlayınca bu örgütü terk edip Amele Teali Cemiyeti’ni kurdular; ancak bu da 1928’de yasaklandı.
1930’da Serbest Fırka’nın kurulmasına izin verilmesi ve basın sansürünün kalkması üzerine İstanbul ve İzmir’de işçi hareketinin bu göreceli özgürlükten yararlanıp faaliyetler göstermesi (grevler gibi) iktidardaki CHP’yi tedirgin etti. Bunun üzerine CHP, bir yandan muhalif işçi hareketlerini sindirme yoluna başvurdu, diğer yandan da gizli işçi örgütlenmelerini önlemek ve kontrol altına almak için bizzat işçi örgütlenmesini üstlendi. İkinci Dünya Savaşı sonuna dek sadece CHP’yle iyi ilişkiler içinde olan işçi örgütleri yaşayabildi.
Savaş sonrasında bir yandan dış faktörlerin diğer yandan iç faktörlerin etkisiyle çok partili rejime yönelindi; 1946’da birçok siyasi parti, dernek ve örgüt kuruldu. 1947 tarihli Sendikalar Yasası’ndan sonra CHP, önce 1920’li, 1930’lu yıllardan kalan veya 1946’da kurdurttuğu derneklerin birçoğunu Sendikalar Yasası’na intibak ettirerek sendika haline dönüştürdü; daha sonra yeni sendikalar kurmak için CHP sempatizanı veya üyesi işçileri görevlendirdi. 1947’de muhalefette bulunan DP, grev hakkının tanınması gerektiğini savundu ve 1949’da buna programında yer verdi; ancak 1950’de iktidara gelince grev hakkını tanımaktan vazgeçti. Bundan sonra ise CHP, grev hakkını benimsedi.
Yine de bu süreçte çok ilginç ve önemli grevler meydana gelmiştir: İstanbul Mürettipler Grevi (6 Eylül 1923), Şark Demiryolları Şirketi Grevi (19-28 Kasım 1923), İstanbul Liman İşçilerinin Grevi (Ocak 1927), İzmir Liman İşçilerinin Grevi (8 Ekim 1946), İstanbul Çimento Fabrikasında İşyeri İşgali Grevi (1948), Ereğli Kömür İşletmesi İşçilerinin “Siyasal Grevi” (13-15 Mayıs 1950), Zeytinburnu Türk Çimentosu ve Kireci A.Ş.’de Grev (14 Aralık 1959).
27 Mayıs 1960 Darbesi’yle on yıllık DP iktidarına son veren devlet bürokrasisinin DP yöneticilerini idam etmelerini ve halkın büyük bir çoğunlunun tercihiyle oluşturulmuş demokratik sistemi baltalamalarını onaylamak asla mümkün olmamakla birlikte, 1961 Anayasası ve 1963’te kabul edilen 274 ve 275 sayılı yasalarla sendikalara önemli haklar tanındığını söyleyebiliriz. Gerek Anayasa gerekse yasaların sağlamış olduğu özgürlük ortamından yararlanarak 1960-1980 yılları arasında yoğun bir sendikal örgütlenme görüldü ve çok sayıda grev meydana geldi. Grev sayılarındaki bu artışın yanı sıra siyasi olaylarla meydana gelen büyük can kayıpları, 12 Eylül 1980 Darbesi’nin gerçekleşmesine yol açtı. Geçmiş döneme adeta bir tepki niteliği taşıyan 1982 Anayasası ile 2821 ve 2822 sayılı yasalar, sendikal özgürlükler alanında önemli kısıtlamalar getirdi, birçok sendika kapatıldı ve reel ücretlerde önemli düşüşler yaşandı.
Günümüzde de ülkemizdeki sendikal örgütlenmenin ve sendikalaşma oranlarının istenilen düzeyde olmadığı açık. Sendikalar dünyada meydana gelen küreselleşme hareketine adeta teslim oldu ve arzu edilen gelişmeyi bir türlü tam olarak gerçekleştiremedi. 1983’ten beri Anayasa ve sendikal yasalarda bazı değişiklikler yapılmasına karşın, halen Sendikalar Yasası’nda köklü değişiklikler yapılması konusunda çalışmalar devam etmektedir. Sendikaların gerek kendilerinden gerekse dışarıdan kaynaklanan sorunlarının çözümü için gerekli adımların bir an önce atılması elzemdir.
Paylaş
Tavsiye Et