NİHAYET bu hazin ve mukadder son da ciddi bir vakıa olarak gündemimize girdi: “Küresel açlık”. Avrupa merkezli bir “dünya ekonomisi”nin alternatif ekonomik alanlara (Çin, Hind, Osmanlı gibi) üstünlük sağlaması; kadim piyasa anlayışlarının yerini ticari, sınai ve finansal formlarıyla kapitalizmin alması; sanayi devrimi, sömürgecilik ve dünya savaşları; küresel kapitalist entegrasyon ve bütün bu evrelerin sonunda ulaştığımız nihai nokta, küresel bir nirvana değil, küresel açlık tehdidi. Popüler meşruiyet kazanımı noktasında gösterilen tüm çabalara ve yapay söylem/politika inşalarına rağmen, kapitalizmin yapısal sorunları ve hiç de insani olmayan sınırsız kâr eksenli irrasyonalitesi, insanlığı 21. yüzyılın başında küresel açlık tehlikesini konuşur bir noktaya sürüklemiş bulunuyor.
Son aylarda ayyuka çıkan küresel gıda krizi ya da “açlığın küreselleşmesi” üzerinden küresel ekonomik sistemin yönetişim sorunlarına dair çok sarih bir okuma yapmak da mümkün. “Beyaz adamın yükü”nden “küreselleşerek birlikte zenginleşmek” dönemine uzanan bir süreçte küresel ekonominin, kapitalizmin merkezi ile çevresindeki ülke ve toplumların kabaca kapitalist bir sosyo-ekonomik çerçeve içinde refah ve huzura kavuşacakları tezi farklı biçimlerde işlenegeldi. Süreç 20. yüzyıla ulaştığında özellikle Bretton Woods sistemi ve BM’nin ekonomik kolları üzerinden kapitalizmin tarihsel olarak ispatlanan yıkıcı etkilerini sınırlayacak etkin bir yönetişim mekanizmasının kurulacağı yönünde umutlar yeşermişti. Küresel hegemon rolüne soyunan ABD ve mihmandarı İngiltere’nin ekonomi politik çıkarları doğrultusunda 1950’li ve 60’lı yılların, gelişmekte olan ülkelerin umutlarını besleyen görece bir istikrar dönemi olması da bu erken iyimserliği destekledi. Ancak küresel sistemin yönetişim mimarisinin yerleşmesi için dekolonizasyon sürecinde bağımsızlıklarını kazanan az gelişmiş ülkelerin “aşağıdan” meşruiyet sağlayıcı katkılarına ihtiyaç vardı. Bu çerçevede, IMF, Dünya Bankası, OECD gibi kurumlara ek olarak BM bünyesinde kurulan “Kalkınma Programı” (UNDP) ile eski kolonileri ticaret yoluyla dış yardıma bağımlılıktan kurtarmayı hedefleyen “Ticaret ve Kalkınma Konferansı” (UNCTAD) verili sosyo-ekonomik eşitsizlikleri giderme yolunda küresel sistemin hâkim güç ve yapılarına duyulan güven ve iyimserliği yansıtan platformlar oldular.
Sistemin “taşra”sından bakıldığında plan kabaca şöyleydi: Egemen dünya güçlerinin sömürgeci sistemlerine yüzyıllardır cebren eklemlenmiş bulunan ve dekolonizasyon sürecinde bağımsızlıkları kerhen tanınan “üçüncü dünya” ülkeleri, liberal ticaret öğretisinin buyruklarını takip ederek küresel ekonomik oyuna katılacaklardı. Aktif ticaretteki “mukayeseli avantaj”larını takip ettiklerinde kazan-kazan prensibinin gereği olarak kendilerine göre bir kalkınma ve öndekilere yetişme (catch-up) yolu tutturacaklar ve kolonyal efendilerinin lütfettikleri borç ve yardımlara ihtiyaç duymadan varlıklarını sürdürüp gideceklerdi. Dönemin popüler öğretisi “modernleşme teorisi” tarafından siyasi ve sosyal dönüşüm boyutlarıyla desteklenen bu değişim projeleri manzumesi, Afrika ülkeleri başta olmak üzere ardı ardına pek çok ülkede “liberal demokrasi-piyasa ekonomisi” formülüyle hayata geçirilecek ve “bağımsızlar hareketi”nden ilhamla daha adilane yeni bir “uluslararası ekonomik düzen” dahi talep edilecekti.
Ancak, küresel kapitalizmin uzun süreli tarihsel devinimi içinde iki savaş-arası dönemin sıkıntıları, büyük buhranın yol açtığı sistemik çalkantılar ve İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerine karşı bir restorasyon dönemi olarak görülen Keynezyen aralığın, kapitalist genişleme dinamiğinin yapısını değiştirmediği kısa zamanda anlaşıldı. 1970’lerin başından itibaren patlayan uluslararası petrol ve borç krizleri, gelişmekte olan dünyanın erken gelişme umutlarını süpürüp sistemin tepesindekiler ile dibindekiler arasındaki farkı daha da keskinleştiren neoliberal çerçeveli finansal (gazino) kapitalizminin de önünü açtı. Kâr maksimizasyonu, verimlilik ve hissedar memnuniyeti üçgeninde yaşayan şirket ve kişisel girişimciler dünyası, Atlantik-Japonya ekseninde konuşlanırken, “küresel sosyal sorumluluk” kavramı gittikçe derinleşen Kuzey-Güney ayrımı bağlamında anlamını tamamen yitirdi.
Reel zamanda 24 saat sanal işlemlerin yapıldığı; yerkürenin finansal sermayeye ev sahipliği yapan birkaç şehri arasındaki hisse senedi, tahvil, bono, türev ticaretinin üretime dayalı ekonomi ile ilişkisinin koptuğu; ve tıpkı petrol ile değerli taşlarda olduğu gibi tahıl ve yiyecek maddelerinin de uluslararası spekülasyon konusu olduğu bir dünyada açlığın yayılması değil, küreselleşmemesi sürpriz olurdu. Geldiğimiz noktada, Türkiye dâhil gelişmekte olan ülkelerin pek çoğunda küresel ısınmaya paralel olarak artan kuraklık, spekülatif etkiler, bio-yakıt üretimi gibi sebeplerle tahıl ve temel gıda fiyatları özellikle düşük gelir gruplarındaki milyonlarca insanın geçimini tehdit eder bir noktaya doğru hızla ilerlemekte. Buna bağlı olarak küresel yönetişim sisteminin başarısız aktörleri tarafından Mısır, Senegal, Hindistan, Yemen ve Meksika dâhil 33 ülkede açlıktan kaynaklanan siyasi-sosyal kaos, toplu ayaklanma ve yağmalama tehlikesinin had safhada olduğu belirtiliyor.
Bütün bunlar olurken, AB’nin ortak tarım politikası üzerinden bütçesinin yaklaşık üçte birini tarım desteklerine ayırmaya devam ettiğini, ABD’nin yükselen tahıl fiyatlarına karşın çiftçilerine cömert sübvansiyonlar dağıtmayı sürdürdüğünü ve Dünya Ticaret Örgütü’nün 2002’de Doha’da başlayan görüşmeler serisinin gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında (en çok tarım ürünleriyle ilgili) anlaşmazlıklar yüzünden tıkanmış olduğunu da söylemeye gerek yok herhalde. Keza Tony Blair gibi “mesiyanik” liderlerin gayretleriyle çalışmalarını, 2015 yılında dünyada fakirliği yarıya indirmek dâhil, pek çok abartılı hedef içeren “Milenyum Kalkınma Hedefleri”ne endeksleyen BM’nin UNDP ve UNCTAD gibi kurumları ile yaklaşık 20 yıldır “fakirliği azaltma” şarkıları söyleyen Bretton Woods kuruluşlarının tüm inandırıcılık ve kredibilitelerini yitirdikleri de aşikâr.
Daha derin bir analizle, açlığın küreselleşmesi riski altında iflas eden asıl unsurun, kâr ve verimlilik söylemleri ile gerçek rekabeti yok eden; yaşam hakkı dâhil cari tüm insani ihtiyaçları imtiyazlı bir “yatırımcılar” grubunun çıkarlarının türevi olarak gören; spekülasyon ve şişirilmiş kazanç alanları üretme noktasında sınır tanımayan ve hiçbir ahlaki nosyon ile sınırlanamayan “küresel kapitalist” paradigma olduğu görülebilir.Dünya üzerinde epey bir zamandır açlığın kaderin bir cilvesi olmadığını ve sessiz-sedasız kitlesel cinayetlere doğru yol alan bu paradigmanın en büyük zaaflarının yine en büyük kuvvelerinden kaynaklandığını hepimiz biliyoruz.
Paylaş
Tavsiye Et