XXI. YÜZYILDA iyi bir matematikçi olmak için matematiğin mevcut içeriğini bilmek yeterlidir; matematiğin tarihini bilmek bir matematikçiyi teknik anlamda daha iyi kılmaz. Benzer biçimde günümüzde iyi bir tabip olmak için mevcut tıp biliminin içeriğini layıkıyla bilmek yeterlidir; Sümer, Mısır, Yunan veya İslam tıbbını bilmek bir tabibin tıp alanındaki teknik maharetini artırmaz. Fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimleri için de benzer durum söz konusudur. Hiç şüphesiz bir bilgin, örnek olarak, bir fizikçi, kendi alanının kavramları üzerinde düşünmeye, onları tanımlamaya çalıştığı andan itibaren sahasının teknik içeriği üzerine katlanmaya başlamış demektir; bu tavır da o fizikçiyi önce alanının felsefesine, akabinde de tarihine götürür. Alanının hem felsefesi hem de tarihine yönelen bir bilgin derinleşir; en geniş anlamıyla tarih denilen bu derinlik kişinin yaptığı işe yeni bir içerik kazandırır; kişiyi alanının filozofu kılar… İnsanî, beşerî, sosyal, manevî, adı ne olursa olsun, yine en geniş anlamıyla, insanı konu alan bilimlere gelince, yalnızca dönemlerinin mevcut teknik içeriğiyle hakkıyla idrak edilemezler. Bu bilim dallarının tarihleri, bizatihi, teknik içeriklerinin olmaz ise olmaz, ayrılmaz parçalarıdır. Bunun nedeni nedir?
Doğa bilimlerinin nesne alanının, dolayısıyla konusunun varlığı insan iradesine bağlı değildir. Beşerî bilimlerin nesne alanı ise, varlığını insan iradesinin cisimleşmesine borçludur; bu cisimleşmeye hayat diyoruz. Bu nedenle tabiat ile hayat ilk bakışta iki ayrı âlemdir. Mevcut olmak ile idrak etmek, olmak ile bilmek sözcükleri arasındaki ayrım dikkate alınır ise, şöyle denebilir: Tabiatın mevcudiyeti, olması insandan bağımsız, ancak idraki, bilgisi insana bağlıdır; hayatın ise, zemininde tabiî koşullar bulunsa da, hem mevcudiyeti, olması hem de idraki, bilgisi insana bağımlıdır. Öte yandan hayat dahi, insanî türselliğin sınırı içerisinde objektif bir gerçekliktir. Obje kavramının, dışarıya fırlatmak, karşıya koymak anlamları dikkate alınırsa, bu kez yukarıdaki deyişlerin tersine, hayatın da tıpkı tabiat gibi tekil insan iradesinden bağımsız bir gerçekliği vardır. Çünkü hayat, kudemanın deyişiyle insanî eylemin aynîleşmesi, aklın cisimleşmesidir. Hiç şüphesiz mevcut ile malum alanları arasındaki ilişki son derece karmaşıktır ve en nihayetinde insan mevcudu dahi malum hale getirerek insanî kılar. Bu nedenle, insan bizatihi bilgi halini alır; çünkü en derin anlamıyla insan, aklını, idrakini tabiata seren bir var-olandır. Bu serme işi türsel olduğundan süreklilik gösterir; bu sürekliliğin, dolayısıyla türselliğin adı tarihtir. Bu nedenle tarih, mevcut olma ile idrak etmeyi, olma ile bilmeyi, tabiat ile hayatıkısaca, mevcut ile malumu birleştiren alandır. Başka bir deyişle tabiat, insanın idrakine konu olduğu andan itibaren, tarihîleşir; maddî yapısı manevî bir karakter kazanır; çünkü en nihayetinde doğa bilimleri bile insanî idrakin tezahürleri olduklarından tarihîdirler. Hayat da insanın eylemlerine konu olduğu andan itibaren, türselliğin sınırları içerisinde tabiatlaşır; manevî yapısı maddî bir karakter kazanır; çünkü en nihayetinde hayat da, bütün renkleriyle, insanî eylemin tezahürü olduğundan cisimseldir. Bu nedenle insanın bir fıtratı bulunmakla birlikte, doğası tarihtir. Oldukça sorunlu ve yanlış anlaşılmaya müsait bu konunun kısaca verdiğimiz nazarî özetinin hâsılası şudur: 1. İnsan olmalığımızın, türselliğimizin sınırı bilgimizin sınırıdır; 2. Mevcut ile malumu, olma ile bilmeyi, tabiat ile hayatı birleştiren alan tarihtir.
Şimdiye değin çizilen çerçeveden kolayca şu sonuç çıkartılabilir: Nasıl ki tabiattaki bir olgu ve olay üzerinde konuşmak için bizatihi o olgu ve olayın tasvirine ihtiyacımız var ise hayata ilişkin bir olgu ve olay üzerinde konuşmak için dahi o olgu ve olayın tasvirine ihtiyacımız vardır. Çünkü marifetin (tekil bilginin) yanlış olduğu yerde ilmin (kavramsal/tümel bilginin) doğru ve yanlışlığı dikkate alınmaz. Günlük dildeki bir deyişle, “malumatın yanlış olduğu yerde yorumun doğruluğu ya da yanlışlığını tartışmak abestir”. Böyle bir davranış şuna benzer: Hasta bir kişiye bir kocakarının koyduğu teşhisi konunun uzmanı bir doktordan tartışmasını istemek… İstidlâli/çıkarımsal aklın üzerinde bina edilmiş bir bilgi dizgesi ancak o aklın sınırları içerisinde doğru ve geçerlidir. Tersi durumda okus pokus yöntemiyle, dolayısıyla çıkarımsal olmayan bir tarzda, yalnızca duyguyu besleyen, düşünceyi atlayan, kısaca nesnesine ilişkin (objektif) olmayan deyişler üretilir. Bu durumda incelenen olgu ve olay ne açıklanabilir ne de anlaşılabilir; yalnızca gizli bir gündem çerçevesinde ya örtülür ya da kullanılır.
Türkiye’deki toplumsal olgu ve olaylar hakkında, tarihî gerçekliği dikkate almayarak konuşan, -sözüm ona- sosyolojik analizler yapan pek çok kişinin durumu, şimdiye değin özetlenen çerçeveden bakıldığında, kocakarı teşhisine benzemektedir. Bu teşhise dayanarak uygulanacak tedavinin sonuçlarını varın hesap edin. Cehaletin ve art-niyetin at başı gittiği bu tavırda tarihî gerçeklikle yüzleşmekten kaçınanların keskin düaliteler (ikilikler) yarattığına özellikle dikkat edilmelidir. En kolay düşünme ve en keskin çatışma üretme yolu düaliteler yaratmaktır; terkip edemeyen kişi indirger; bizleştiremeyen, ötekileştirir ve çatıştırır. Kısaca denirse, düaliteler yarar; mevcut yarığı büyütür; çatıştırır; mevcut çatışmayı şiddetlendirir. Söz, düzen, yasa gibi anlamlara gelen Logos bir nesne alanına eklendiğinde, o nesne alanının düzenliliğini, yasalılığını, kısaca nedenselliğini araştırmayı amaçlar. Öyleyse Sosyo+Logos’taki Toplum anlamına gelen Sosyo bilinmeden Logos’u üzerinde konuşmak ancak ve ancak kocakarı teşhisi anlamına gelir; çünkü dediğimiz gibi malumatın yanlış olduğu yerde yorumun doğruluğu yanlışlığı tartışılmaz.
Bir tapınak olan camii’nin karşısına eğitim-öğretim yeri olan okul’u koyan; ibadeti yönlendiren imamı, eğitimi-öğretimi veren öğretmen ile karşılaştıran bir kişinin sosyolojik analizi ancak kocakarı teşhisidir. Çünkü okulun mukabili mektep’tir; eğer okuldan üniversiteyi anlıyorsanız medresedir; öğretmenin mukabili de ya muallimdir ya da müderris… (Âlim, allâme, muhakkik, müdekkik gibi kavramlara girmiyorum). Olgu ve olayı, hem cehalet hem de art niyet nedeniyle yanlış idrak edince, teşhisiniz de, tedaviniz de yanlış olmaya mahkûmdur. Bu kadar yanlışın bir araya geldiği bir yerde, İslâm-Türk kültürünün Vücud, mevcud, idrak, ilim, cemal, fazilet, sıdkiyet gibi kavramları üzerinde konuşmak; Fusus ve şerhleri, Misabhu’l-uns, Ahlak-i Âlaî, Şerhu’t-tecrid, Mevakıf ve şerhleri, Burhan ve şerhleri gibi eserleri okumadan İslâm-Türk kültürünün iyi-doğru-güzel kavramları üzerine ahkâm kesmek yalnızca cehaletle açıklanamaz…
Bilgi, kendisine kayıtsız kalan kişi ve toplumları af etmez.
Paylaş
Tavsiye Et