18. YÜZYILDAN itibaren Avrupa’ya giden Osmanlı elçilerinin yazdığı raporlar, goblin tezgahları, geniş caddeler, aydınlanmış sokaklar karşısında duyulan şaşkınlık ve hayranlığı yansıtıyordu. Avrupa neyi, nasıl yapmıştı da savaş meydanlarında bizi yener olmuştu? Bu sorunun cevabını bulmak üzere yapılan “Avrupa ve biz” karşılaştırmasında, teknoloji vurgusu dikkat çekiyordu. Bu nedenle Osmanlı aydın ve idarecileri, yeniden eski güçlerine kavuşmak için Batı’dan maddi unsurları alıp kendi kültür ve değerlerini muhafaza etmeye yönelik bir terkibin peşinde oldular.
Cumhuriyet modernleşmesinde farklılık yaratan unsur ise kültürel hayatın da Avrupalılar gibi olması gerektiğini savunan fikrin iktidara gelmiş olmasıydı. Bu, bir fabrika ya da tren yolu kadar kadınların örtüden “kurtarılması”nın da çağdaş medeniyete ulaşmanın en önemli araçlarından biri olarak görülmesi anlamına geliyordu.
“Avrupa’da ne var, bizde ne yok?” sorusunun cevapları üzerinden bir medenilik tanımı yapılırken, kıyafet başta olmak üzere kültürel pek çok unsurun Batı’daki gibi olmayışı eleştiri konusu yapıldı. Batı bizim için kendimizi karşılaştırmalı bir mantık içinde değerlendirdiğimiz tartışmasız bir bağlamdı artık. Aslında insan karşılaştırarak kavrayan bir varlıktır ve karşılaştırma kendini anlama açısından bereketli bir süreçtir çoğu zaman. Fakat bizim tecrübemiz “geri kalma” sendromundan muzdarip olduğu için, karşılaştırma hep bir eksiklik duygusu ile yapılageldi. “Onların başarıp bizim başaramadığımız şey” üzerinden gelişen söylem, bazen o dereceye ulaştı ki, kiliselerde sıralara oturulurken camide yere oturulması üzerinden bile bir ilerilik/gerilik değerlendirmesi yapanlar oldu.
Bu karşılaştırmaya en son ilave edilen konu, ölülerimiz ve mezarlıklarımızla ilgili. Ölülerin yakılmasının, gömülmesinden daha çağdaş bir uygulama olduğu hissi hâkimdi opera sanatçısı Leyla Gencer’in cenaze merasimi dolayısıyla medyaya yansıyan haberlerin bazılarında. Leyla Gencer, Cumhuriyet’in harika çocuk kontenjanından Batı’ya gönderilen isimlerle ortak özellikler gösteriyordu. Çünkü o da medeni-Batılı Türk imajını beslemek üzere tedavülde tutulan isimlerden biriydi. Gerçi hiç bir ses kaydının olmaması nedeniyle, hakkında sesinin hiç de öyle abartıldığı kadar güzel olmadığı yolunda birtakım şayialar yayılsa da, önemli olan onun gerçek başarısından ziyade birtakım çevrelerin böyle bir sembolleştirme üzerinden “medeni” oluşun ölçülerini açığa vurmalarıdır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk müziğinin yasaklandığı hatırlanırsa, medeniliğin ölçüsünün “Batı müziği” standardında bir temsilcisi olmasıydı onu önemli kılan. İşte bu nedenle hayatta iken divalığı üzerinden abartılarak sunulan Leyla Gencer’in Batılı hayat tarzı, ölümünde de kozmopolit bir kimliğin reklamına dönüştü. Kilise ve camide cenaze merasiminden sonra küllerin Boğaz’a dökülmesi teatral ve manevi hazlar sunan bir törensellik aurasıyla takdim edildi.
Tiyatro sanatçısı Yıldız Kenter de, bu ilgiye çok özenmiş olmalı ki öldükten sonra yakılmak istediği yolunda bir demeç verdi basına (Mayıs 2008). Aslında bu çok şaşkınlık yaratacak bir durum değil. Cumhuriyet kurulmadan önce saçlarını rüzgara veremediği ve şapkasını rahatça giyemediği için “özgürlük” peşinde Amerika’ya giden Selma Ekrem de (Namık Kemal’in torunu) 1980’li yıllarda vefat ettiğinde küllerinin Connecticut’taki evinin bahçesine gömülmesini vasiyet etmişti.
“Benim Sadık Yârim Kara Topraktır”
İnsanların dinî inançlarının değişmesi, ölümden sonraki muameleyle ilgili belli tercihlerinin olması anlaşılabilir bir durumdur. Ama yakılma ve gömülme arasında sanki ilerilik/gerilik bakımından bir hiyerarşi söz konusuymuş gibi bir atmosferin oluşturulması, meseleye toplumsal bir nitelik katıyor. Yıldız Kenter, “elektriğe, bisiklete günah diyenler nasıl bundan vazgeçmek zorunda kaldıysa, gömülmekten yakılmaya da böyle bir geçiş olacağı”ndan bahsediyor demecinde. Yakılma ile gömülme arasında ilerleme açısından bir hiyerarşi kuruyor. Sanki çevre duyarlılığı da bunu gerektiriyormuş gibi bir vurgu da gizli “Öldükten sonra yer işgal etmek istemiyorum” ifadesinde. Oysa insan vücudu tamamen organik olduğundan, Aşık Veysel’in “sadık yâr” istiaresinde de çok yaygın olan “toprak ana” sembolizminde de görüldüğü üzere, toprağın insan için bir ana rahmine dönüş gibi kucağına sığınılacak nihai melce olduğu anlayışı hâkimdir bizim geleneğimizde. Ölen, toprağı işgal etmiş olmaz; geldiği yere geri dönmüş olur.
Yıldız Kenter’in, bilhassa Batılı hayat tarzı hayranı bir kesimin ortak hissiyatını yansıtması açısından önem arz eden demecine göre yakılmayı tercih etmesinin bir nedeni de Karacaahmet mezarlığıyla ilgili olumsuz izlenimleri. Hollywood filmlerinde gördüğümüz geometrik yerleşim düzenine sahip yemyeşil Hıristiyan mezarlıklarıyla karşılaştırınca bizim mezarlıklarımız karmaşık ve bakımsız görünüyor gözümüze. Aynen atalarımıza Paris’in, Londra’nın merkezî şehir planlamasına uygun yapılmış düzenli sokaklarını görünce İstanbul’un dar sokaklarının ve birbiri üzerine abanan ahşap evlerinin bakımsız gelmesi gibi.
Oysa 19. yüzyılın ilk çeyreğinde İstanbul’a gelen Miss Pardoe Karacaahmet’i “dünyada bile genişliği veya görsel etkisi açısından bunun bir benzerine” rastlayamayacağımız güzelliğiyle resmediyor (Şehirlerin Ecesi). O günden bugüne hızlı kentleşme İstanbul’un tarihî ve doğal güzelliklerinin katledilmesine yol açmışsa da mezarlıklar hâlâ İstanbul’un akciğerleri gibi en yeşil alanlar.
Yıldız Kenter’in köpeklerin ve tinercilerin yuvalandığı izbe mekanlar olarak resmettiği mezarlıklarımız, 19. yüzyılda İstanbul’a gelen Avrupalı seyyahları en fazla şaşırtan mekanlardır. Meskenlerle iç içe, bakımlı ve mesire yeri gibi halkın ziyaretgahı olan mezarlıklar, Müslümanların ölümle ve ölüleriyle bir arada yaşadığının göstergesidir. Pardoe mezarlıkların bu görüntüsünü Türklerin ölüme sakin ve korkmadan bakmalarına ve Avrupalıların aksine kasvet ve dehşet fikriyle bağdaştırmamalarına bağlar. Bunun için Türkler “mezarlıkları en güneşli yerlere, kabirlerin mavi göğün ışığı altında yıkandığı şen tepelerin üstüne, şehrin kalabalık caddelerinin hemen yanı başına yapıyorlar; sanki ölüler bir kez daha yaşayanların arasına karışabilsin diye. Daha bencil insanların köşk dikecekleri ya da üzüm bağına çevirecekleri, Boğaz’a doğru uzanan en yeşil köşeleri seçiyorlar.”
Pardoe, bu seçimi Türklerin kendilerini göçüp gitmiş olan kuşakla özdeşleştirmelerine ve “kendinden sonra gelecek olana yerini bırakmaya hazır” oluşlarına bağlar. Günümüzde “Batılı” gözlükten bakmayı bile başaramayacak denli kendini idrakte zorlanan bir kesim ise cesedin yakılmasının “Batılı” olduğu zannıyla kendi mezarlık kültürünü aşağılıyor. Çelişki şu ki cesedin yakılması, Batı’dan ziyade Doğu’da hâkim bir gelenek. Batı’ya doğru yeterince gidilirse Doğu’ya ulaşmak mukadder. Belki biraz daha ilerlenirse “Ortadoğu”ya gelmeyi de başarabilirler diye umalım.
Paylaş
Tavsiye Et