ERGENEKON, hiç şüphesiz, Cumhuriyet tarihimizin en önemli operasyonlarından biri olma özelliğini taşıyor. İddianame, her şeyden önce, son yirmi yıldır kamuoyuna yansıyan pek çok olayın aslında bir bütünün parçaları olduğunu iddia ediyor. 1980’lerin sonu ve 1990’ların başından itibaren gazete ve dergilerden Cem Ersever’in ve Behçet Cantürk’ün öldürülmelerini okuduk. Abdullah Çatlı’nın hikayelerini dinledik. Kürt ve Laz mafyalarının oluşum süreçlerine, Çakıcı ve Peker gibi çeşitli mafya liderlerine ve bunların birbirleriyle savaşlarına ilişkin pek çok hikaye anlatıldı. Turgut Özal’a yönelik suikast girişimi, Eşref Bitlis’in ölümü, Sabancı suikastı hâlâ belleklerimizde taptaze. DHKP-C, PKK ve Hizbullah gibi örgütlere ilişkin pek çok efsane ortalıkta dolaştı durdu. 28 Şubat post-modern darbesinin ve çeşitli e-darbelerin izleri hâlâ capcanlı. İddianameye göre, normalde birbirine karşıt gibi gözüken bütün bu aktörler, oluşumlar ve olaylar tek bir merkezle alakalı: Ergenekon terör örgütü.
Yine iddianameye göre Ergenekon çok geniş bir ilişki ağına sahip. Emekli subaylar, siyasetçiler, akademisyenler, medya mensupları, işadamları, mafya örgütlenmeleri, ideolojik örgütler, eğlence sektörünün ünlüleri, sivil toplum örgütleri, mason locaları vs. bu yapı içerisinde değerlendiriliyor. Böylesine geniş ve yaygın bir yapılanma, elbette sıradan bir terör örgütü olarak değerlendirilemez. Söz konusu örgütlenmenin onlarca yıldır bu yaygınlığa ve güce ulaşmasının devletin istihbarat ve güvenlik güçlerinin çalışmalarına takılmaması da düşünülemez. Dahası, böyle bir örgütlenme devlet merkezinin isteği, bilgisi ve emirleri olmaksızın gerçekleşebilir miydi?
Aslında bütün bu gelişmeler ve bilgiler, Ergenekon’un, devletin yönetimini hedefleyen yine devlet içinde bir örgütlenme olduğu, belli bir tarihte asıl büyük organizasyonla ters düşüp ayrıştığı ve zaman içinde de -o büyük organizasyon artık kimlerden oluşuyorsa, onlar tarafından- tasfiyesine karar verildiği ve bugünlerde de bu infazın hayata geçirildiği izlenimi veriyor. Bu durumun, hukuk tarafından tescil edilip edilmeyeceğini, belirsizliklerin giderilip giderilmeyeceğini davanın mahkemede görülmeye başlandığı günlerde göreceğiz. Fakat her halükarda Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başlangıcı muhtemelen 12 Eylül askerî darbesinin ilk yıllarına giden uyuşturucu, terör, mafya, hukuk dışı icraatlar gibi çok geniş bir kirli ilişkiler ağının yükünden kurtulmak istediği ve bu amacına ulaşmak üzere olduğu açıktır. Bunun anlamı ise daha büyük organizasyonun hukuk dışı icraatlarına devam edeceğidir.
Yürütülen Ergenekon operasyonunun tarihsel önemini yadsımıyoruz. Ancak mevcut Anayasamızda bulunan “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Başkanlık Divanı’nı oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Millî Güvenlik Konseyi’nin, bu Konsey’in yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisi’nin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz. Bu karar ve tasarrufların idarece veya yetkili kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında da yukarıdaki fıkra hükümleri uygulanır.” şeklindeki geçici 15. maddeyi hatırlayınca, söz konusu operasyonların ve mahkeme süreçlerinin tek başına hukuk dışı uygulamaları ve kirli ilişkiler ağını ortadan kaldırmak için yeterli olmadığı aşikârdır. Eğer söz konusu operasyonlar, hangi noktaya giderse gitsin sonuna kadar sürdürülebilirse ve hangi amaçla olursa olsun hukuk dışı uygulamaların önü yasal düzenlemelerle kesilirse, işte ancak o zaman, demokrasinin hukuk dışı müdahalelerden korunabileceği söylenebilir. Aksi takdirde bu operasyon, yeni döneme uygun Ergenekonvari örgütlenmenin artık ayak bağı olan eskisini tasfiyesinden öteye bir anlam taşımayacaktır. (Bu bağlamda, Ergenekon terör örgütünün sorumluları olarak gösterilen şahısların, kendilerine yöneltilen suçlamalar karşısında “vatana hizmet ettikleri”ni söylemeleri son derece anlamlıdır. Yarın da “vatana hizmet” gibi yüce bir düşünceye sığınarak hukuk dışına çıkacak olanları engelleyecek bir düzenlememiz var mı?)
AK Parti Ka-pa-tıl-ma-mış-tır!
Anayasa Mahkemesi, rekor sayılabilecek bir hızla, AK Parti’nin kapatılması istemiyle açılan davayı sonuçlandırdı ve 30 Temmuz 2008 Çarşamba günü saat 18:00’de kararını açıkladı: AK Parti Ka-pa-tıl-ma-mış-tır!
Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç, kendilerine bu gereksiz sıkıntıyı yaşatanlara duyduğu öfkeyi de yansıtan bir ruh haliyle konuşmasını yaptı. Verecekleri kararın ülkenin ekonomik, siyasal ve sosyal yapısını etkileyeceğinin bilinciyle hareket ettiklerini vurgulayarak sözlerine başladı. Bu, aslında üç günlük yoğun mesailerinde Mahkeme üyeleri arasındaki tartışmaların nasıl seyrettiğine ilişkin bir ipucu olarak da değerlendirilebilir.
İkinci olarak Kılıç, siyasal sistemin daha demokratik bir hale kavuşmasını sağlayacak anayasal düzenlemeleri gerçekleştiremeyen, ellerindeki imkanları bu uğurda kullanmayan siyasilere olan sitemini dile getirdi. Bu sitemin ilk muhatabı, elbette, iktidardaki ve aynı zamanda davalı durumundaki AK Parti ve lideri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dı.
Sonrasında sanki Mart ayından beri yaşananların gerçek olmadığını ve kaba bir “eşek şakası”ndan ibaret olduğunu anlatmaya çalışır bir tonda “Değerli arkadaşlar, AK Parti’nin kapatılması istemiyle açılan davada AK Parti kapatılmamıştır!” diyerek Mahkeme heyetinin verdiği nihai kararı açıkladı. Ardından da, bu kararın 6’ya karşı 5 oyla alındığını ve AK Parti’nin Hazine’den aldığı yardımın yarısının kesilmesine karar verildiğini ifade etti. Bunun da, davalı siyasi partiye bir uyarı mahiyetinde olduğunu bizzat vurguladı.
Böylelikle, iddianamenin hazırlanmasından kabul edilmesine varıncaya kadar pek çok saçmalıkla dolu bir süreç sonlanmış oldu. Bu kararın, siyasal hayatımız için önemli sonuçlar doğuracağı açıktır. Şimdi herkes bu kararı kendi lehlerine olacak şekilde yorumlamakla meşgul. Ne iktidar partisi ne de muhalefet bu süreçten ve karardan -Haşim Kılıç’ın uyarılarına rağmen- ders çıkarmış gözüküyor. (Böyle bir yargıda bulunmak için çok mu erken acaba?) Kararı saygıyla karşılama gereğine vurgu yapanlar, netice itibarıyla siyaseten kaybedenler tarafında kaldıkları için yorumlarında hiç de saygılı değiller. Geçersizliği defalarca ispatlanmış politikalarını ve söylemlerini aynen sürdürmek suretiyle, AK Parti’nin kapatılması lehinde verilen 6 oydan hareketle, siyasal bir kazanç elde etme peşindeler. Bunun en önemli göstergesi, Başkan’ın uyarısını, AK Parti’ye yapılmış “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma” ile alakalandırma istekleridir.
Bundan sonraki süreçte asıl görev AK Parti’ye düşüyor. Başkan Kılıç’ın uyarısını sadece “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma” anlamıyla sınırlamamak gerekiyor. Bu uyarı, bütün siyasal partilere yapılmış bir uyarıdır ve bir an önce siyasal sistemi ve toplumsal hayatı zorlayıcı düzenlemelerden arındıracak adımların atılması gerekliliğine işaret etmektedir. Dolayısıyla AK Parti, öncelikle seçimler öncesinde dillendirdiği “yeni bir anayasa” vaadini hayata geçirmek zorundadır. Anayasa Mahkemesi’nden çıkan kararın Türkiye açısından bir milat olması da ancak böylesi bir düzenleme sonrasında mümkün olacaktır. Aksi takdirde AK Parti’nin veya bir başka partinin, dolayısıyla da Türkiye demokrasisinin benzer süreçleri yeniden yaşaması kaçınılmaz olacaktır.
Kritik Dönemde Şüpheli Patlama
27 Temmuz’da Güngören’de meydana gelen patlamada 17 insanımızı kaybettik, 150’yi aşkın da yaralımız oldu. Ölenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı ve yaralılara da acil şifalar diliyoruz. Medyaya yansıdığı kadarıyla olayın meydana geliş şekli ve kullanılan bomba tipi, büyük çaplı bir organizasyonu işaret ediyor. Bu organizasyonun adı bizim için şimdilik meçhul. Bu olayla ne amaçlandığı ise başka bir tartışma konusu. Bu bombalama ile Güneydoğu’da PKK’nın askerî birimlere yönelik saldırıları arasında bir paralellik kurulabilir mi? (Kerkük’te Kürtlerin gerçekleştirdiği bir mitingdeki patlamalar, Güngören’deki bombalı saldırıya bir misilleme midir?) Patlamanın, Anayasa Mahkemesi’nin AK Parti davasını göreceği 28 Temmuz’un hemen öncesine denk gelmesi bir tesadüf olarak mı değerlendirilmelidir? Gerek Güneydoğu’da gerekse de İstanbul’da meydana gelen terör olaylarının Ergenekon örgütü ile bir ilişkisi var mıdır? Bu soruların hiçbirine bugünden kesin bir cevap verme imkanımız yok.
Söz konusu olaylara, taraflara ve bağlantılara dair ne türden açıklamalar yapılırsa yapılsın, Ergenekon iddianamesinde dile getirilen iddialar ve deşifre edilen ilişkiler nedeniyle bütün bunlar birer şüphe olarak zihinlerimizde kalacaktır. Çünkü PKK’nın veya bir başka örgütün üstlendiği pek çok olayda, bir şekilde Ergenekon adı verilen bu merkezî organizasyonun parmağının olduğuna ilişkin bilgiler, ister istemez bu olayda da düşünme biçimimizi etkiliyor.
Paylaş
Tavsiye Et