2008’İN Ocak ayı küresel mali krizin zirve yaptığı bir dönemdi. Kriz endişeleri o dönemde gerçekleşen Davos toplantılarına damgasını vurmuştu. 2007’nin iyimserliği yerini karamsar bir havaya bırakmıştı. O dönemde kafalardaki soru işareti Türkiye’nin bu krizden nasıl etkileneceği idi. Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz Davos’tan yaptığı değerlendirmelerde üç kanal üzerinde duruyordu: Dış ticaret, kredi ve portföy. Başka bir deyişle, daralan kredi ve likidite hacimleri nedeniyle Türkiye’nin finansal kanaldan bir şok yiyebileceği ve ardından da yine daralan dış talep nedeniyle dış ticaretin olumsuz etkileneceği düşünülüyordu.
O dönemde Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde atmosfer daha iyiydi. ABD kaynaklı kriz daha çok gelişmiş ülkeleri etkiliyordu; özellikle de Avrupa’yı. Orada da şokun hissedildiği ilk sektör bankacılık oldu. Avrupalı bankacılar bir zamanlar çokça kazandıkları yatırım bankacılığı işlemlerinden zarar etmeye başladılar. Zira ABD’de konut kredisine dayalı çıkarılan kağıtlardan çokça almışlardı. Üstelik Avrupa’da bankacılık reel sektörle çok daha içli dışlıydı. Birçok güçlü firmanın ortakları arasında bankalar yer alıyordu. Kıta Avrupası’nın bu kendine has özelliği finansal krizin reel sektörü etkilemesini hızlandırabilirdi. Avrupa’da endişeleri doruğa çıkaran bir neden daha vardı. Avrupa’nın en büyük ticaret ortağı ABD idi ve ABD’de işlerin kötü gitmesinin Avrupa’yı da olumsuz etkileyeceğinden korkuluyordu.
Türkiye’deki iyimserlik de uzun sürmedi. Geçen senenin Eylül ayında Lehman Brothers’ın batışı küresel mali krizde bir dönüm noktası oldu ve Türkiye de gelişmekte olan ülkelerle birlikte finansal kanal yoluyla krizden hızla etkilenmeye başladı. Yurtiçi piyasalardan döviz çıkışları yaşandı. Banka ve firmaların kredi ihtiyaçları ve bu kredilerin yenilenip yenilenmeyeceği tartışılmaya başlandı. Artan belirsizlikler kendisini finansal piyasalarda çabuk hissettirdi. Türk Lirası hızla değer kaybetti. Piyasalarda volatilite yükseldi. Borsada düşüşler devam etti. Bu arada daha önce bildiğimiz ancak bu kadar çabuk ve şiddetli gerçekleşmesini ummadığımız dış ticaret kanalından şoklar gelmeye başladı. Yılın son aylarında daralan dış talep, ihracat performansımızı olumsuz etkilemeye başladı. Daralan iç ve dış talep nedeniyle krizin reel sektör üzerindeki etkisi hızla gündeme yerleşti.
Dış ticaret kanalına ilişkin tahminlerimiz başlangıçta iyimserdi. Ne de olsa ABD ile olan dış ticaretimizin ölçeği küçüktü. Dış ticarette aslan payı AB ülkelerine aitti. AB’nin payı %50’nin biraz üzerinde idi. Krizin bizi şiddetli etkilemesi için önce AB’yi etkilemesi gerekiyordu. 2008’in son aylarında dış ticaret kanalında bu denli bir daralma yaşamamızın nedeni, temelde AB’de işlerin daha kötüye gitmesidir. Beklentiler, AB ekonomisinin 2008’de %1’lik bir büyümeyi bile zor yakalayacağı yönünde. 2009 ise çok daha kötü olacak. Açıkçası büyüme rakamları ortalama %2,5’lik bir küçülmeye işaret ediyor.
Avrupa’da da endişelerin iki kaynağı var. Biri, kredi imkanı ve fiyatına ilişkin. Kredi piyasası her yerde olduğu gibi Avrupa’da da hızla daralıyor. Avrupalı şirketlerin bu yıl yenilemek zorunda olduğu kredi tutarı yaklaşık 800 milyar dolar. Sorun sadece bundan ibaret değil. Daha da önemlisi kredi maliyetlerinin yükseliyor olması. Örneğin 2-3 yıl öncesine göre A nota sahip bir şirketin kredi spreadi (ilave faiz maliyeti) yirmi kat artmış durumda. Özellikle araba, perakende, tekstil ve lojistik sektörlerinde faaliyet gösteren şirketlerin daha da zorlanacağı anlaşılıyor. Bu yıl Avrupa’da 200.000 şirketin batacağı tahmin ediliyor. ABD için bu sayı sadece 62.000. Endişenin diğer kaynağı ise yine her yerde olduğu gibi hem içeride hem de dışarıda talebin giderek daralıyor olması. Almanya gibi ihracat şampiyonu bir ülkede bile ihracatta rekor düşüşler yaşanıyor. AB ülkelerinde dış ve iç talebin daralması, küresel büyümenin bu yıl hiç de kolay olmayacağını haber veriyor.
Avrupa’da sadece firmaların değil, ülkelerin de başları dertte. Hatta denebilir ki AB projesi bile ciddi bir testten geçecek önümüzdeki dönemde. Birçok ülke durgunluk ve işsizlikle başa çıkmak için mali paket açıklıyor. Bu ise daha çok borçlanma demek. Çoğu AB ülkesinin eli bu açıdan rahat değil. Birinci neden, tıpkı şirketlerde olduğu gibi borçlanma maliyetlerinin artmış ve daha da artacak olması. Örneğin, İspanya ile Almanya’nın on yıllık devlet tahvilleri arasındaki fark (spread) geçtiğimiz sene %0,18 idi. Bu rakam Ocak ortalarında %1,16’ya yükseldi. Bu İspanya açısından borçlanma maliyetinde önemli bir artışı ifade ediyor. Aynı fark, Yunanistan için %2,4, İrlanda için ise %2’ler civarında.
AB ülkeleri için asıl tehlike bütçe açıklarının daha da büyüyecek olması. Bu yıla ilişkin bütçe açığının milli gelire oranı, birçok ülke için oldukça yüksek. Örneğin 2009’da İrlanda’da bütçe açığının milli gelire oranının %13’ü, İspanya’da %5,7’yi ve Fransa’da %5’i bulması bekleniyor. Almanya için yapılan tahmin ise %4,2. Bu rakamlar kuşkusuz Maastricht Kriterleri’ne uymuyor. Bu açıdan oldukça tehlikeli.
Bilindiği gibi AB ülkelerinin ekonomik ve parasal birliğin üçüncü aşaması olan ortak para birimi avroya geçebilmeleri için birtakım kriterleri yerine getirmeleri gerekiyor. Bunlar arasında üye ülkelerde bütçe açığının milli gelire oranının %3’ü aşmaması da var. Avro Bölgesi’nin halihazırda 16 üyesi bulunuyor. AB üyesi olup henüz Avro Bölgesi’ne geçemeyen ülke sayısı ise 11. Ekonomik krizin daha da derinleşmesi Avro Bölgesi’ndeki birçok ülke için işleri daha da zorlaştıracak gibi gözüküyor. İspanya, Yunanistan, Portekiz, İrlanda ve İtalya gibi Avro Bölgesi ülkeleri bunların arasında yer alıyor. Şimdiden kredi derecelendirme şirketleri bazı ülkelerin notlarını kırdı bile. Avroya geçişin onuncu yılını geride bıraktığımız bugünlerde, maliyeti çok yüksek de olsa bazı ülkeler için çıkış stratejisi bile tartışılmaya başlandı. Kısacası Avro projesi de ciddi bir testin eşiğine doğru ilerliyor.
AB’nin bugüne kadar güçlü bir siyasi birlik sağlayamamış olması krizle mücadelede Birliğin işini zorlaştırıyor. Ekonomik olarak bölge içerisindeki yapı farklılıkları ve öncelikler aşılamadı. Farklı ülkelerin farklı sorunları ve öncelikleri oldu. Dolayısıyla ortak bir politikanın geliştirilmesi ve her üyeye uygulanması hiç de kolay olmuyor. Kriz dönemlerinde farklılıkların ve dolayısıyla sorunların daha da su yüzüne çıkması anlaşılabilir bir şey. Bu yüzden AB’nin geçeceği sınav daha büyük. Muhtemelen bankalar gibi ülkelerin de kurtarılabileceğine şahit olacağız. Temennimiz AB’nin bir an önce sağlığına kavuşması. Eskiler “Amerika hapşırdığında dünya nezle olur” derdi. Bu söz hâlâ doğru. Ne var ki devir artık virüs devri. Çok hızlı yayılıyor ve daha tehlikeli.
Paylaş
Tavsiye Et