Yönetmen: Danny Boyle
Senaryo: Simon Beaufoy
Oyuncular: Dev Patel Freida, Pinto Madhur
Yapım: ABD/Hindistan/İngiltere, 2008, 120 dk.
“Küresellerin otoritesi uzaklıkları sayesinde emniyet altındadır. Yeryüzünde tecrit edilmiş ve birbirinden ayrılmış yereller, küresellerle, göklerden düzenli televizyon yayınları aracılığıyla buluşurlar.”
Zygmunt Bauman
Cemal Malik, Mumbai’nin gecekondu mahallelerinden birinde yaşayan on sekiz yaşında bir yetimdir. Katıldığı bir bilgi yarışmasında 20 milyon rupi kazanmasına sadece bir adım kalmıştır. Canlı yayınlanan şovun o gecelik bitmesinin ardından Cemal, eğitimsiz olan birinin bu başarıyı ancak hile yoluyla gösterebileceğinden şüphelenilip tutuklanır. Yarışmadaki her sorunun cevabı, aslında Cemal’in sancılı hikayesiyle doğrudan bağlantılıdır.
Milyoner, küçük yaşta din temelli çatışmalarda annelerini kaybederek kimsesiz kalan iki Müslüman kardeş Cemal ve Selim’e, Latika’nın da eklenmesiyle oluşan “üç silahşörler”in Hindistan’ın varoşlarında tek başlarına var olma mücadelelerine odaklanıyor. Charles Dickensvari senaryosuyla Milyoner aslında, kimsesiz çocukların çilelerini anlatan Kemalettin Tuğcu hikayelerinden, yetim çocukların bütün mahalleyi tek başına kurtardıkları “Sezercik” yahut sevdiğine bir türlü kavuşamayan “acıların çocuğu Emrah” benzeri Yeşilçam melodramlarından, “big production” denilen sihirli değneğin dokunulmasıyla nasıl Oscarlık bir film çıkarılır sorusunun cevabı niteliğinde.
Senaryo itibarıyla çok da orijinalitesi olmayan filmin en önemli özelliği kurgusu şüphesiz. Zira filmde genç Cemal’in “patetik” hayatını, “Kim milyoner olmak ister?” yarışma programına çıkmasıyla kendisine yöneltilen sorularla gidilen flashbacklerle öğreniyoruz. Patetik, trajik olanın aksine karakterin seçimleri sonucu yaşadığı değil, bizzat içine doğduğu yaşamın talihsizliği dolayısıyla çaresizce kabullendiği acıyı anlatır. Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili isimli kitabında patetik anlatımın, duygusal yoğunluğun abartılması ve inandırıcılığın kaybedilmesi halinde “gülünç” denilen durumun ortaya çıktığını söyler. Milyoner de yarışma sorularıyla patetik kahramanı Cemal’in hayatı arasında kurmaya çalıştığı “zorunlu ilişki” ve abartılı “gerçek aşk” miti nedeniyle kimi zaman gülünçleşiyor.
81. Oscar Ödülleri töreninde, en iyi film, yönetmen ve uyarlama senaryo dâhil toplam sekiz ödülle gecenin galibi olan Milyoner, Hindistan’ı adeta bayram yerine çevirdi. Kuşkusuz her kültürün daha fazla “görünür” hale geldiği “küreselleşen” dünyada, Hollywood’un ve Akademi’nin buna bigâne kalması düşünülemezdi. Bu anlamda giderek büyüyen ekonomisiyle Hindistan’ın da gücü nispetinde sinemada “görünürlüğünün artması” kaçınılmaz. Ancak küreselleşen dünya, hiç de öyle filmde belirtildiği gibi herkesin varoşlardan en tepeye yükselebildiği “kendini iyi hisset” anlatısı sunmuyor. “Küreseller” ile “yereller” arasındaki uçurumun giderek derinleştiği bu süreçte, filme gösterilen ilgiyi yerellerin ağzına çalınan bir parmak bal olarak değerlendirmek mümkün. /Hilal Turan
Rüzgar Bizi Götürecek / Bad Ma Ra Hahad Bord
Yönetmen-Senaryo: Abbas Kiarostami
Oyuncular: Behzad Dorani, Noghre Asadi
Yapım: 1999, İran, 118 dk.
İran kültürünü, sinemada evrensel bir unsur olarak kullanmayı başaran, usta yönetmen Abbas Kiyarüstemi, filmlerinde sıradan insanın sıradan olmayan problemlerini, naif bir şekilde anlatır. Kiyarüstemi’nin bir kırsal-kent, doğal-suni hayat ayrımını esas alan ve bilgeliği doğal olanın, tabiatın alanına koyan filmografisinde önemli bir yerde duran Rüzgar Bizi Götürecek filmi, ismini “yaraları aşktan” olan İranlı şair Füruğ Ferruhzad’ın şiirinden alıyor. Filmde, özgün bir matem töreni çekmeyi planlayan bir televizyon ekibi, yaşlı bir kadının iki üç gün içinde öleceği haberini aldıkları İran’daki bir dağ köyüne geliyor. Ancak bekledikleri olmuyor, hasta bir türlü ölmüyor. Filmde dolambaçlı yollardan defalarca geçilerek çıkılan tepenin bir mezarlıkta son bulması, aslında modern insanın varoluşsal yolculuğunun alegorisi niteliğinde. 1999’da Venedik Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan İran kırsalının mükemmel görüntüleriyle bezeli film, modern kentli insan için “hâlâ bir şans olduğu”nun altını çiziyor. /Hilal Turan
Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi
Yönetmen: David Fincher
Senaryo: Eric Roth, Robin Swicord
Oyuncular: Brad Pitt, Cate Blanchet
Yapım: ABD/Fransa/Hindistan/İngiltere, 2007, 166 dk.
Birinci Dünya Savaşı’nda oğlunu kaybeden kör bir saatçi tren istasyonuna bir saat kurar. Tersine işleyen saati kurma amacı zamanın geriye doğru ilerlemesini sağlayarak, oğlunu geri getirme düşüncesidir. Savaşın bittiği gün saat bir mucizeye sebep olur ve Benjamin Button doğar. 80’lerinde yaşlı biri olarak dünyaya gelen Benjamin’in annesi doğumunda ölür ve düğmeciler kralı babası, görünümü yüzünden canavar zannettiği oğlunu bir huzurevinin kapısına bırakır. Benjamin’in dünyası diğer insanlarınkinden oldukça farklıdır. Eklem iltihabı, kulaklarının az işitmesi gibi birçok hastalıkla dünyaya gelen ancak zaman geçtikçe gençleşen Benjamin, hayata ayak uydurmakta zorlanır. Beyaz saçları ile kamufle ettiği gerçek yaşını duygusal ilişkilerinde ele verir. Yaşlı bir çocuk olarak hayata başlayan Benjamin, huzurevinde kalan bir kadının torunu olan Daisy’ye âşık olur. Daisy ergenliğe adım atarken Benjamin orta yaşlarda, yürüyebilecek duruma gelir ve huzurevinden ayrılıp gençleşme serüvenine dış dünyada devam eder. Denizlere açılır, İkinci Dünya Savaşı’na kadar römorkörde hayatını sürdürür ve uzun bir sürenin ardından huzurevine döner. Nihayet Daisy büyümüş, Benjamin fiziksel olarak gençleşmiştir. Aralarındaki aşk somut bir zaman diliminde çakışmıştır.
David Fincher filmografisine baktığımızda Benjamin Button daha romantik ve naif bir atmosferle karşımıza çıkıyor. Zira Brad Pitt ve Fincher’ı alışık olmadığımız kadar dingin bir senaryonun parçası olarak izliyoruz. Fincher, dışarıdan bir dokunuşla gerçek dünyanın hayalperest çağrışımlarını sunuyor seyirciye. Yaşlı bir bedenle doğup, dünyaya sıfırında “farklı” başlayan bir insanın adeta gençlik iksiri içmişçesine ilerleyen fantastik zamanına ortak ediliyoruz. Yüzündeki kırışıklıkların her geçen gün azalması var olan fizikselliğe meydan okurken, Benjamin huzurevinden ölümle ayrılan birçok yaşlı bedene inat, gençleşerek el sallıyor ardından. Zamanın Benjamin için ergenliğe, Daisy içinse yaşlılığa uzanacağı gerçeği, hayatın sadece belli bir kısmını eş zamanlı kılıyor aşk adına. Ve bir bebekleri olduğunda artık kendi çocuğuyla küçülmek istemeyen Benjamin, ailesinden uzaklaşıyor. Bedeni bir bebek olduğunda bu kez yaşlı bir anneanne kıvamıyla kendisini büyütürken aslında ölüme hazırladığını bilen Daisy’nin şefkatli kucağında hayatını sonlandırıyor. Zamanı tersine akıtmayı başaran ve fiziksel anlamda bebekliğine ulaşabileceği ilk evrede hayata veda eden Benjamin, döngüsel bir kurguyu tamamlıyor. Doğuluya ithaf edilebilecek kadar etkileyici olan kurgu, filmin başında tren istasyonuna kurulan saatin de durmasına neden oluyor. Bekleyiş bitiyor, varlık ve zaman bağını kesiyor. /Esra Bulut
Tavsiye Et