Medeniyet, 20. yüzyılın son on yılına kadar, Batı sosyal biliminde sakıncalı kavramlardan biriydi. Francis Fukuyama’nın 1989’da tarihin sonunu ilan eden tezinde bile bir tek medeniyetin varlığı esastı. Diğerleri -varsa- o tek medeniyete bakıp hizaya gireceklerdi!..
Samuel Huntington, medeniyetlerden (çoğul olarak) söz ettiğinde, büyü bozuldu. Gerçi o, başta İslamî ve Konfüçyen medeniyetler olmak üzere, Batı-dışı medeniyetleri daha çok kötülük ve terör kaynağı olarak göstermeye çalışıyordu. Medeniyetler, çatışan jeopolitik varlıklardı.
Sonra ne olduysa, Huntington yumuşadı, Fukuyama ilk sözlerinin tam tersini söylemeye başladı. Ve İslam medeniyetine tarihte en büyük darbeyi indirmiş olan İspanya’dan hareketle, bir “Medeniyetler İttifakı” söylemi dünyaya yayılmaya başladı.
İbrahim Kalın’a göre, ittifak için önce ortada medeniyet olması lazım. Oysa küresel kapitalizm, medeniyeti sanayi toplumuna indirgedi. Bu ortamda, Batı kimliğinin iki kurucu unsuru olan Atina ile Kudüs, Mekke’nin araya girmesine izin vermiyor.
Ali Balcı, Medeniyetler İttifakı’nın sadece İslamiyet ve Hıristiyanlık arasında cereyan eden bir süreç olmasının tehlikelerine dikkat çekerek; Budizm, Konfüçyanizm gibi geleneklere mensup toplumların mesafeli tutum alabileceklerini belirtiyor. Balcı’ya göre ittifak aynı zamanda Türkiye açısından önemli kırılmalara işaret ediyor.
Medeniyetler İttifakı forumlarını takip eden Sadık Ünay, çalışmaların içerikten çok sunuma odaklandığına vurgu yapıyor. İttifakın en azından Batı toplumları içinde azınlık halinde yaşayan Müslümanlara avantajlar yaratabileceğini söylüyor.
Hasan Kösebalaban ise Türkiye’nin Medeniyetler İttifakı angajmanını, dış siyaset bağlamında değerlendiriyor: Türkiye artık Batı’yı “ulaşılması gereken bir hedef” değil, medeniyetler diyaloğunda bir muhatap olarak görüyor.
Türkiye, çap büyütüyor.
Paylaş
Tavsiye Et