Kitap
Şark Seyahati, İstanbul 1911
Le Corbusier
Türkçesi: Alp Tümertekin
İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009
Batılı zihnin, Doğu’ya ilişkin imajlarını besleyen kaynakların başında, hiç şüphesiz ki seyahatnameler gelir. Batılı seyyahların, Doğu’ya uzanan yolculuklarını anlattıkları seyahatnamelerin, Batı’da bir dönem fazlasıyla ilgi gördüğü bilinen bir vakıa.
Asıl adı Charles-Edouard Jeanneret olan İsviçreli ünlü mimar Le Corbusier’in, 1911 yılında çıktığı Doğu gezisini anlattığı Şark Seyahati de bu seyahatnamelerden biri. Döneminde pek çok örneği bulunan, çoğunlukla kurgusal unsurlardan oluşan ve “egzotik Doğu” imajını beslemekten başka pek az gayesi bulunan seyahatnamelerin tersine, Le Corbusier’in eseri, nispeten samimi bir bakış açısının ürünü.
Geçtiğimiz günlerde İş Bankası Kültür Yayınları arasından çıkan Şark Seyahati, 20. yüzyılın önemli bir mimarının, mimari anlayışının oluşmasına da katkı yapmış gezisinin dökümü ile okuyucuyu karşı karşıya getiriyor.
Tavsiye Et
Konstantin’in Kutsanmış Şehri / 3 Devirde İstanbul
Önder Kaya
İstanbul: Küre Yayınları, 2009
Pagan Roma kültürünün gözbebeği “Bizantion”dan Hıristiyan “Konstantinapolis”e dönüşen, Müslümanlarca fethedilmesinden sonra meşhur mevzu hadislere bile konu olacak bir kalıcılıkla İslam’a ve Müslümanların hükümranlığına sahne olan İstanbul, bu uzun Müslüman geçmişi sebebiyle bugün bir İslam şehri silüeti taşıyor. İstanbul, çok dinli kültür mirası ve siyasi-stratejik önemiyle birlikte, ihtişamının kazandırdığı itibarın yanında ev sahiplerine taşınması güç bir yük de armağan ediyor: Sonu gelmez bir düşman paranoyası. Bu paranoyanın etkisiyle de şehrin İslam öncesi bin yıllık Bizans dönemi ve bu döneme ait kültür mirası çoğunlukla üvey evlat muamelesi görüyor.
Küre Yayınları’nın şehir tarihi serisinin ikinci kitabı Konstantin’in Kutsanmış Şehri, Bizans dönemi İstanbul’unun eserlerine ve şehrin bu döneminin mitolojik ve tarihî arkeolojisine ışık tutan bir inceleme. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Şehir Kitapları dalında 2008 yılı ödülüne layık görülen eser, zengin görsel malzemesi ve okunaklı tasarımıyla güvenilir bir gezi rehberi niteliği de taşıyor. Kitabın başlıklarından bazıları şu şekilde: “Körler ülkesinden Kadı köyüne”, “İstanbul’a sembol olan balık: Palamut”, “Konstantinopolis’in tılsımlı anıtları”, “Konstantinopolis’te uçuş denemesi yapan ilk Türk”.
İlk yerleşim yeri sayılan bugünkü Sarayburnu civarındaki “Bizantion” şehrinden Fatih’in İstanbul’una kadarki dönemi, birinci el tarih kaynaklarına dayalı hikâyeci bir üslupla ele alan Önder Kaya, tamamı üç kitaptan oluşacak serinin ilk kitabını, “Bütün yolların neden Roma’ya çıktığını” merak eden okurun beğenisine sunuyor. Üçlemenin, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi İstanbul’unu konu alacak diğer iki kitabı da önümüzdeki günlerde yine Küre Yayınları’ndan çıkacak.
Tavsiye Et
Bizim Külliye
Üç Aylık Kültür Sanat Dergisi
Sayı: 39, Mart-Nisan-Mayıs 2009
Hintli tarihçi Ranajit Guha, “Tarihçiler, anlatılarını ‘tarihsiz halklar’ın geçmiş deneyimlerini ve gündelik hayatın tarihselliğini içerecek hale nasıl getirebilirler?” sorusunu, “En başta edebiyattan” diye cevaplandırsa da “edebiyat” ve “tarih” kelimelerinin yan yana gelmesi bir dizi bakış açısını da beraberinde getiriyor. “Tarihsel hakikat” ile “kurgusal gerçek” etrafında gelişen ve bu çerçevede geleneksel tarih kuramından post-modern tarih yaklaşımına, türün alıştığımız örneklerinden fantastik misallerine, Reşad E. Koçu’dan İhsan O. Anar’a değin hayli yazılıp çizilen bu mevzu pek irtifa kaybedeceğe benzemiyor. Bir yanda, tarih anlatılarının en nihayetinde edebiyat metinleri gibi kurgulandığını, bunun da nesnellik iddiasını boşa çıkardığını varsayanlar var. Bir yanda, edebiyatın bir oyuna dönüşmesinin Türk edebiyatının sosyolojik damarını iyice zayıflatacağını savunanlar, “geçmişin imha edilmesi”ne dikkat çekenler, post-modern romanlardaki kurgusal tarihin sorgulanmaksızın ve ciddi bilgiler biçiminde tüketildiğini iddia edenler. Beri yanda, (Erol Köroğlu’nun ifadesiyle) bugün Türkiye’de kendini tarih olarak satan tarihsel romanın hayaleti dolaşıyor ve kendini hakikat olarak sunan bu türdeki romanlar bir yandan da düşmanlıkları körüklüyor.
Daha başka kulvarlarda da sürüp giden bu tartışma Bizim Külliye dergisinin 39. sayısının kapak konusu. İzzetpaşa Vakfı’nın çatısı altında, Elazığ’dan yayınlanan dergi ilk defa 1999 Nisan’ında görücüye çıktı. Bu sayıda, (edebiyat kefesini biraz daha ağır tutarak) tarih ve edebiyatın ayrılmaz bütünlüğü tezine ağırlık veren yazılar, konu etrafında İnci Enginün ve Ataol Behramoğlu ile yapılmış röportajlar bulunuyor. Suat Bulut, “Tarihi Anlamak” adlı yazısında tarihçiliğimizin “objektivite fetişizmi” ile “vakanüvislik” arasına sıkıştığını belirtmiş. Emrah Gürsu, Melih C. Anday’ın şiirlerindeki anakronistik tarih anlayışına değinmiş. Özcan Bayrak, Haldun Taner’in “Lütfen Dokunmayın” adlı oyununu tarih ve edebiyat bağlantısı çerçevesinde değerlendirmiş. Dosya dışı yazılar, şiir ve öykü denemeleri, kitap tanıtımları da dergide önemli yekûn tutuyor.
39. sayıda çoğunlukla klasik tarihî romanlardan örnekler sunulması, post-modern tarih anlayışına bağlı kalınarak yazılmış roman örneklerine, dosyanın devam edeceği duyurulan 40. sayıda yer verileceği izlenimini uyandırıyor.
Tavsiye Et
Kudret Bülbül
Ankara: Küre Yayınları, 2009
Ülkemiz entelektüel hayatı söz konusu olduğunda, küreselleşme literatürüne yönelik artan bir ilgiden bahsetmek mümkün. Özellikle son dönemde, gerek kemiyet gerekse keyfiyet açısından dikkate değer çalışmalar ardı ardına okuyucuya sunuluyor. Yapılan çevirilerin sayılarındaki ve kalitelerindeki artış kadar, telif eserlerin artmasıyla da kendisini gösteren bir hareketlilik bu.
Bu çerçevede yaptığı çalışmalarla öne çıkan isimlerden birisi Kudret Bülbül. Bülbül, geçtiğimiz aylarda, küreselleşme konusunun önemli metinlerini Türkçeye kazandıran Küreselleşme, Temel Metinler adlı çalışmanın editörlüğünü üstlenmişti. Geçtiğimiz günlerde Küre Yayınları’ndan çıkan Zor ve Rıza ise yazarın bu konudaki telif çalışması olarak entelektüel hayatımızdaki yerini aldı.
Doktora çalışmasını da küreselleşme konusuna hasretmiş olan yazarın, konu üzerindeki ciddi birikiminin yansımasıyla oluşmuş eser, pek çok yönden ilgi çekici özellikleri bünyesinde barındırıyor. Bu özelliklerin başında, eserin bir yandan küreselleşme konusuna ilişkin başlangıç düzeyindeki kuramsal ve kavramsal tartışmalara yer vermesi, diğer yandan da konuyu Türkiye’yi merkeze alan bir çerçeveye oturtma çabası geliyor. Küreselleşmeler Arasında Türkiye alt başlığı ile yayınlanan çalışma, küreselleşmeye ilişkin genel, siyasal ve kültürel yaklaşımları değerlendirmeye tabi tutarak, Türkiye’de küreselleşme tecrübesinin nasıl algılandığını ortaya koymaya çalışıyor. Bunun için, milletvekilleri ve aydınlarla yapılan görüşmelerle, bir yandan konunun Türkiye ayağını oluşturmaya çalışan eser, aynı zamanda küreselleşme süreçlerine ilişkin farklı değerlendirmeleri, sağlam bir teorik çerçeve içerisinde sorgulayarak, yeni bir perspektif geliştirmeye çalışıyor.
Tavsiye Et
George Makdisi
Türkçesi: Hasan Tuncay Başoğlu
İstanbul: Klasik, 2009
George Abraham Makdisi, İslam hukuku, teolojisi, İslami eğitim ve İslami kurumlar alanında uzmanlaşan, kendi jenerasyonunun en önde gelen ilim adamlarından biri. 2002 yılında vefat eden Makdisi, Lübnan’dan ABD’ye göç eden, Arap asıllı Hıristiyan bir aileye mensup. Özellikle müessese ve belge tarihçiliği konularında yetkin bir isim olarak temayüz eden ilim adamı, çalışmalarında, İslam düşüncesinin klasik çağına ve bu dönemde üretilen metinlere yoğunlaşır.
Yazarın Klasik Yayınları’ndan çıkan eseri Beşeri Bilimler (The Rise of Humanism), daha önce Ortaçağ’da Yüksek Öğretim adıyla Türkçede yayınlanmış olan, The Rise of the Colleges’in devamı niteliğinde. İlk çalışmada esas itibarıyla skolastik hareket ile bu hareketin temsilcileri, müesseseleri gibi konuları inceleyen Makdisi, Beşeri Bilimler’de hümanizmin ortaya çıkışını ve müesseselerini masaya yatırır. İslam’ın klasik çağında ve Hıristiyan Batı’da beşeri bilimlerin ortaya çıkışını konu alan bu çalışmada Makdisi’nin altını çizdiği en önemli tema, Batı’da iki önemli hareket olan skolastisizm ve hümanizmin, esasen Müslüman dünyada ortaya çıktığı ve oradan Batı’ya intikal ettiği yönünde.
Buna göre gerek skolastisizmin gerekse hümanizmin ortaya çıkış ve gelişim dönemleri 7. asırdan 14. asra kadar uzanır ve her iki hareket de İslam âleminin doğusunda başlayarak, İspanya ve Sicilya’ya, oradan da Hıristiyan Batı’nın diğer kısımlarına yayılır. Bu da göstermektedir ki bugün Batı medeniyeti olarak adlandırılan yapının, kendisini anlamlandırma noktasında başvurduğu iki önemli kültürel öğe, İslam medeniyetinin kültürel mirası ile ciddi bir benzerlik ve devamlılık ilişkisi içindedir.
Makdisi’nin dile getirdiği bu ve benzeri tezler, Avrupa merkezli bakış açısına sahip ilim adamları tarafından fark edilmeyen yahut bilinçli olarak görmezden gelinen ilişki ve bağlantıları ön plana çıkarmayı gerekli kılmıştır. Bütün bunlar, Makdisi’nin akademik çevrelerde bir “mit-yıkıcı” olarak tanınmasına sebep olmuştur.
Beşeri Bilimler, Ortaçağ İslam ve Batı dünyasına ve tarihin söz konusu diliminin bugüne etkilerine dair kapsamlı bir dağarcık oluşturmak isteyenlerin muhakkak başvurması gereken kıymetli bir çalışma.
Tavsiye Et
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce
Cilt: 9 / Dönemler ve Zihniyetler
Editör: Ömer Laçiner
İstanbul: İletişim Yayınları, 2009
İletişim Yayınları’nın uzun soluklu dizisi, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Ansiklopedisi’nin 9. cildi okurla buluştu. Dönemler ve Zihniyetler başlığı ile yayınlanan son cilt, Türk siyasi hayatına damgasını vuran belli zihniyetleri, bu zihniyetlerin taşıyıcısı olan bazı aktörleri ve belirgin özellikleri ile ön plana çıkan kimi dönemleri inceleme konusu yapıyor.
Milliyetçilik, sağ, sol, devlet zihniyeti, Kürt sorunu, laiklik, İslamcılık, medya, sanat, edebiyat, toplumsal cinsiyet, tabular gibi birbirinden önemli konuları masaya yatıran çalışma, yakın dönem Türk siyasi hayatına dair başvurulacak önemli bir kaynak eser.
Tavsiye Et
Ahmet Hamdi Tanpınar
İstanbul: Dergah Yayınları, 2009
“Uyandım. Uyanıyorum. Zihnin oyunu bitti. Şimdi kendi kapımdayım. Biraz sonra içeriye, oradan dünyaya gireceğim.”
Ahmet Hamdi Tanpınar, yirmi dört saatlik bir zaman diliminde geçen Aydaki Kadın romanına bu cümlelerle başlıyor. İlk baskısı 1987 yılında yapılan roman, yirmi küsur yıl sonra Dergâh Yayınları tarafından yeni bir baskıyla edebiyat literatürümüze kazandırıldı.
Tanpınar, 1954’te kendisiyle yapılan bir röportajda bu romanından şöyle bahseder: “Aydaki Kadın diye bundan (Saatleri Ayarlama Enstitüsü) çok ayrı, çok başka, daha derin ve ferdi meseleleri ele alan bir romanım var. Fakat ne zaman bitireceğimi bilmiyorum.” Tanpınar’ın dört bin sayfalık metrukatı çok sonraları, 1997 yılında 59 yaşında vefat eden talebesi Güler Güven’in eser üzerindeki tamamlayıcı çalışması sonucunda hayat buldu. Güven, kitabın sonuna Tanpınar’ın bu romanla ilgili hazırladığı farklı taslakları da ekleyerek üzerine aldığı sorumluluğun mazeretini beyan etmekte ve bu teşebbüsünün sebebini şöyle ifade etmekte: “Tanpınar hayatta olsaydı romanının bu haliyle basılmasına katlanamazdı. Ama bizler bu yapıttan bütünüyle noksan kalmak yerine bize kalanla yetinmek zorundayız.”
Tanpınar’ın daha çok siyasi bir roman olarak kurguladığı Aydaki Kadın, yine Dergâh Yayınları tarafından geçen yıl basılan Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa adı altında derlenen mektuplarını okuyanlarca kolayca fark edilebileceği gibi yazarın kendi hayatından hikâyecikler de içeriyor. Bir dönem Kahramanmaraş milletvekilliği yapan Tanpınar bu kitabında, dönemin siyasi atmosferini deşifre eden tahlil ve tasvirlerden kaçınmıyor.
Yazar tarafından ancak üçte ikisi tamamlanabilmiş bu kitap, biçim, dil ve üslup açısından klasik Tanpınar romanı niteliğinde. Eksik kalan taraflarıysa Güler Güven tarafından Tanpınar’ın günlüklerinden ve kitabın farklı kopyalarından eklemeler yapılarak mümkün mertebe tamamlanmaya çalışılmış. Söz konusu kitabın yazarı artık romanını tamamlama ihtimali kalmayan ve Türk Edebiyatı’nın mihenk taşlarından biri sayılan Tanpınar olunca, bu son eserine ulaşmış olmak dahi bizler için önemli bir kazanım.
Tavsiye Et