Ankara’da, mevsime hiç yakışmayan, insanı ürküten güzellikte bir hava vardı. Bulunduğum binanın gece bekçisine kalırsa, gece -15 dereceyi görmüş. Fakat bir damla su yok; yağmur, kar yağmıyor. Hatta -15’e rağmen ortalık buz bile tutamıyor susuzluktan. Gündüzleri ise bahardan çalınmış bir ılıklık, dalgasını geçiyor Ocak ayıyla. İnsan sormadan edemiyor: Kış böyle geçerse, baharın bahtına ne düşecek? Yazdan kalma günler mi? Ya yaz ne olacak?
Hrant Dink cinayetini duyduğumda bir oto yıkama yerinin bekleme salonunda gazete okuyordum. O ana kadar pek kulak kabartmadığım televizyonda normal yayın akışı aniden kesilip spikerin ciddi ve telaşlı sesi salona düşünce, gayri ihtiyari ‘eyvah’ diye ayağa kalkıvermişim. O sırada daha önce arabamın dikiz aynasına Türk bayrağı ve Atatürk resimli işyeri amblemini asmış olan elemanla göz göze geldim.
Samsun otogarında yakalanan katil zanlısı da cebinden Türk bayrağını çıkarıp öpmüş. Acaba o bayrak ile arabamda asılı duran aynı anlamı taşıyor mu?
Salondakilerde, benim biraz gürültülü tepkime karşı sessiz bir şaşkınlık hali vardı. Sonra “Ermeni’ymiş” dedi birisi; bir diğeri “Yine de yazık olmuş” diye devam ederken, ekrandan yayılan “Türklüğe hakaret…”, “301” ifadelerini içeride bırakıp hava almaya çıktım.
Güneşli hava da en az içerisi kadar bunaltıcı, daraltıcıydı.
Nedense dilime sık sık “Bir Osmanlı daha vuruldu” cümlesi dolanıyordu. Zihnimde ise şöyle bir sahne beliriyordu:
Kasketli, kolormatik gözlüklü, ifadesiz yüzlü bir adam yeniyetme gencin eline fotoğrafları tutuşturuyor ve “İşte aslanım” diyordu, “bu gördüğün adam Türk milletinin can düşmanı, satılmış bir Ermeni’dir. Bizim topraklarımızda, İstanbul’un göbeğinde yaşıyor, gazete çıkarıyor ve Türklüğe sövüyor. Gün senin günündür. Vatanın kahramanlara ihtiyacı var. Senin için de gerekeni yaparız. Unutma, biz bu vatanın gerçek sahipleriyiz! Arkanda biz varız.”
İşsiz ve vatanperver genç, fotoğrafları alıyor, incelemek üzere cebine koyuyor ve kaybedecek neyi olduğunu düşünerek evinin yolunu tutuyordu. Eve varınca ailesiyle sudan bir sebepten kavga ediyor ve kaybedecek bir şey aramaktan vazgeçiyordu. Ardından tekrar o kasketli, gözlüklü adama gidiyordu.
İşin aslı bu kadar basit değildir elbette; fakat düzeyin bundan yüksek olacağını sanmıyorum.
Ermenilerin yanında Ermenileri, Türklerin yanında Türkleri eleştirebilen, mert bir adamdı Hrant Dink. Bu bakımdan her iki taraf için de kayıp sayılmalı. Gerekçesi ne olursa olsun, cinayet sadece cinayettir.
Üç Kurşun
Kuruldu ilenç devranın tahtına
Bu bereketsiz mevsim nereye çıkacak?
Bu kuru ayaz kimin bahtına…
Derken mekanizma kuruldu
Bir Osmanlı üç kurşunla vuruldu
İki ayak; biri düşlere, biri bu toprağa basan
İki ayak bir endam uzandı
Bu toprağın bahtına düştü delik taban
Üç kuruşun uşağı kazandı
Üç kurşunla bir Osmanlı vuruldu
Ve ona sorulacak o gün
Hangi suçtan ötürü öldürüldün?
Ve ona sorulacak Ogün
Üç kuruşa üç kurşun sıktığın kimdi?
Sağ tabanı delik, bedeni dik
Yemin olsun ki o bizimdi.
21 Ocak 2007
Tavsiye Et
Erkan Mumcu ve Mehmet Ağar, kan davalı iki partiyi neredeyse enkaz halinde devraldılar. Şimdilerde kendisini ve söylemini yenilemeye çalışan Ağar, DYP’yi barajın çevresinde dolaştırıyor. Ona göre daha genç ve yıpranmamış bir imajı olan Mumcu ise açık bir siyasi hata yaparak sürekli kendisini ve arkadaşlarını Meclis dışı kalmaktan kurtaran Tayyip Erdoğan’a hücum ediyor.
Ağar bu ülkede Tayyip Erdoğan’a vurmanın sağ bir partiye puan getirmeyeceğini anlamış görünüyor. Çünkü o işi zaten CHP ve lideri yeterince yapıyor. Bir bakıma Tayyip Erdoğan karşıtlarının adresi belli. Mumcu ise daha dar bir kesime sempatik görünmeye, dolayısıyla sağ bir parti başkanı olarak soldan vurmaya çalışıyor.
Bu gidişle ANAP, sağdan ve sağduyulu soldan oy alamayacak gibi görünüyor. Geriye kalan soldan ise belki ‘aferin’ alabilir.
Tavsiye Et
Geçen ay, AK Parti’nin Ankara Kızılcahamam’daki kampı Hrant Dink cinayetinin gölgesinde gerçekleşti. İlginç tesadüftür ki, Kasım ayında yapılan 2. Olağan Kongre de Bülent Ecevit’in cenaze törenine rast gelmişti. Vekillerin bir araya geldiği ve Başbakan’la doğrudan görüşebildiği istişare toplantılarında görüşler, telkinler, öneriler dile getirilir. Duyumlara göre -zira söz konusu toplantı basına kapalıydı- bunlardan birinde MKYK üyesi Ayşe Böhürler de söz alır ve “Sayın Başbakanım, biz daha fazla demokrasi ve özgürlükler için buradayız. Ama siz son söylemlerinizde daha çok milliyetçiliğe kaçıyorsunuz” gibisinden bir eleştiride bulunur. Ancak Başbakan’ın bir hanımdan gelen ve gayet makul sayılabilecek bu sözlere cevabı, artık klasikleşmek üzere olan bir cümledir ve cesaret kırıcıdır: “Bu kullandığınız ifadeler çok çirkin.”
Cesaret kırıcıdır; çünkü o andan itibaren “Efendim, milliyetçiliğe sahip çıkmanız bakın MHP’yi bile eritti”, “Halk sizin çıkış(ma)larınızdan çok memnun Sayın Başbakanım”, “Partimizin tek eksiği, ona da eksiklik denirse, yaptıklarını halka yeterince anlatamamak” yaltaklanmaları sırayı almıştır. Böylece hissî ve alıngan bir refleks sonucu lider, onurlu, açık sözlü ve bilge kişilerin öneri ve eleştirilerinden istifade etme imkanını tepmiş; dalkavukların hoş ama boş övgülerine kapı aralamış olmaktadır.
Doğrusu, Başbakan’dan -kendine has üslubuyla- şöyle bir karşılık gelseydi daha sıcak ve samimi bir ortam oluşurdu: “Ayşe Hanım, bi defa, eleştirinizde haklı olabilirsiniz; malum, ülkemizin içinde bulunduğu ortam insanı etkiliyor. İnşallah bundan sonra daha dengeli bir söylemin gayreti içerisinde olacağız.”
Belki de olay buna benzer bir biçimde cereyan etmiştir. Dedik ya, bizimkisi sadece duyum...
Tavsiye Et
Bizim savaşkan medyanın, ortalık süt liman olduğu vakitler birbiriyle dalaşmaya giriştiği az görülmemiştir. Hatta bir ara “Sırp çocuğu”, “Rum çocuğu” suçlamaları bile havada uçuşmuştu ki, normal ölçütlerde sadece birer etnik kimlik tanımlamasından ibaret olan bu sözler, ortalama Türk medyası jargonunda galiz küfürler sınıfına girer ve hem muarız, hem de muhatap için can evinden vur(ul)mak anlamına gelir. Tercüman’ın Dink cinayetiyle ilgili manşetini hatırlayın: “Katil Ermeni.” Şimdi başka bir gazete “Katil Türk” manşetini atsa, can sıkıcı olmaz mı?
Medyamızın ittifak ettiği hususlar ise saymakla bitmez. Mesela bunlardan biri, iktidar ve muhalefetin de ortak ağız kullandığı nadir konulardan biri olan Kuzey Irak’a operasyon mevzuudur. Fakat son dönemde, “Kuzey Irak” ifadesi basınımıza fazla geniş ve muğlâk gelmiş olacak ki, daha somut ve dar olan “Kerkük’e girmek” tabiri anılmaya başlandı.
Açıkçası ilkokuldan sonra üzerine pek düşülmemiş coğrafya bilgilerimle bile Kerkük’ün kapı komşusu mesafesinde olmadığını biliyordum. Yine de ihtiyaten haritaya bakma gereği duydum: Kerkük, Türkiye sınırı ile Irak’ın başkenti Bağdat’ın neredeyse ortasında yer alıyor. Oraya varıncaya kadar Türk askerini dağlık bir bölge bekliyor. Bağdat yönü ise düz arazi. Üstelik sınırdan itibaren Dohuk, Musul, Ninova, Erbil ve biraz doğuda Süleymaniye gibi 5 büyük şehir var. Yani medyamızın rüyası, herhangi bir ordunun Irak sınırından girerek Kayseri ya da Sivas’a yürümeyi düşünmesine benziyor. Aslında “Kerkük’e girmek” gibi iddialı bir tabire askerin pek itibar etmemesi, en azından sükut etmesi anlamlı sayılmalı. Harita bilgisine sahip olmak bazen istemeyerek de olsa, kendi alanına giren bir konuda bile susmayı gerektirebiliyor. Keşke kendisiyle doğrudan ilgili etik konusunda susan medya da, daha az bildiği başka konularda aynı şeyi yapabilse…
Tavsiye Et
Yurdun batısında bir grup insanı bir zamanlar, birazcık güldürmüş olan demode ve politize Beyaz Oğlan, bir gün doğuya da gitmeye karar verir. 20 yıl sonra geldiği Diyarbakır’da eski çamların bardak olduğunu anlamadan devirdiği çam, salonu boşaltır. Bir gün sonra ise Elazığ’da başka çamlar devirmeye koyulur, Fethullah Gülen’i hicveder.
Allah’tan sivil tepki düzeyi eskiye göre daha insancıl ve nitelikli hale gelmiştir de, Beyaz Oğlan, ucuz kahraman olmaktan ucuz kurtulur.
Tavsiye Et