Çok değil, bundan 4-5 yıl öncesine kadar Türkiye, komşuları ile ya sorunlu ya da potansiyel sorunlu idi. Soğuk Savaş’ın içe kapanmacı yaklaşımı ile izah edilen bu tavır, Sovyet tehdidine dayandırılırdı. Bu bakımdan dönemin Sovyet yanlısı ülkeleri o Bulgaristan, Irak ve Suriye ile ilişkimiz yok gibiydi de, NATO ülkesi Yunanistan ile neden kötüydük? Ona da başka gerekçeler bulunuyordu elbette. Fakat asıl mesele, Türkiye’nin, altında ezildiği Osmanlı mirasına karşı sergilediği kompleksli yaklaşımdı.
Soğuk Savaş bitti; ama ortaöğretimde okutulan Milli Güvenlik dersi kitaplarında düşman komşular tehdidi bitmedi. İran irticai emelleri olan; Suriye fırsat kollayan; Irak, Suriye ile birlikte teröre destek veren düşman komşulardı. Öyle ki, Türkiye’nin tek dostu neredeyse Pakistan idi.
Haritaya bakınca Pakistan ile arada üç ülke ve binlerce kilometrelik mesafe olduğunu görür, üzülürdük. Demek ki, dostlardan birinin başına bir iş gelse, diğeri sadece oturup ağıt yakacaktı.
Haritanın gösterdiği bir başka gerçek de, bize düşman komşuların neredeyse tamamı bir araya gelse, Türkiye kadar etmediğiydi. Ama kiminin nükleer gücü vardı, kimi Ankara’yı vuracak füze imal etme peşindeydi!
Peki, şimdi ne oldu?
Biraz diyalog ve diplomasi ile Kuzey Irak Kürtleri dâhil, Irak ve Suriye’yi kazanmaya başladık. Hakan Albayrak’ın müzmin romantizm olarak görülen hayali gerçekleşme yoluna girdi; üç ülke ortak kabine kurmaya doğru gidiyor.
Gürcistan, Rusya ile savaşta Türkiye’nin yaptığı arabuluculuk nedeniyle minnettar…
Bulgaristan, pek de öyle korkulacak bir komşu değilmiş.
Hay Allah, Yunanlılar ile ne kadar da benzeşiyormuşuz.
İran, bizden önce davranıp PKK ve PJAK’a art arda operasyonlar düzenleyerek elebaşlarını tutukladı ya da ortadan kaldırdı.
Geriye kaldı mı gariban Ermenistan! Türkiye, birkaç jestle başlayıp sonra zorlu konulara girmeyi deneyerek akıllı bir politika izliyor. Sınırlar açıldıktan sonra da Vestel, Ülker, Koç, Sabancı ile ekonomik ilişki süreci başlayacak. Ermenistan’ın tek kozu ise taş işçiliği; ama ülkede taş bile yok, Güney Afrika’dan geliyor. Buradaki ticari ilişki sürecinin ne denli tek yönlü işleyeceğini görebilmek için Nuriel Roubini olmaya gerek yok.
Yeter ki, Türkiye, Osmanlı’nın büyüklüğü altında ezilip korkularıyla komik duruma düşmesin.
Yeter ki, aslan, kuyruğuyla kavgaya girişmesin!
Tavsiye Et
BM Genel Kurulu ve G-20 Zirvesi için ABD’ye giden Başbakan Erdoğan, az kalsın Davos benzeri bir olayla gündeme damga vuracaktı. Clinton Küresel Girişimi’ne konuşmacı olarak katılmak üzere Sheraton Otel’e giderken, Obama’nın korumaları ile Başbakan Erdoğan’ınkiler arasında restleşme ve yumruklaşma yaşandığı ANKA tarafından bildirildi. Sonrasında her iki taraf da sorunun “iletişimsizlik” ve “dil engeli”nden kaynaklandığını belirtti. Gerçekten de Gizli Servis’ten Ed Donovan’ın konuyla ilgili yaptığı açıklamaya bakılırsa, ortada ciddi bir dil sorunu var gibi görünüyor: “Yabancı bir diplomatik heyetin mensupları kafaları karışıp, Başkan Obama’nın otel çıkışında kullanması için hazırlanan çadıra girmeye kalktı. Kendilerine yapılan sözlü uyarıları da anlamadılar ve fizikî olarak engelleme ile karşılaştılar. Her şeye rağmen bu davetsiz misafirler çadıra giremedi. Sadece Başkan’ın limuzinine 3-4 metre kadar yaklaşabildiler. Diplomatik heyet birkaç sokak ötede bulunan ilk koruma noktası olan ve üniformalı New York polisinin kontrol ettiği sokaktan gerekli geçiş izinleri olduğu için geçebildiler. Karışıklık sadece Başkan Obama’nın çıkış yapacağı zaman gelmelerinde oldu. Yanlış bir zamanda geldiler. Olay dil anlaşılmazlığı yüzünden daha kötü bir hale geldi.”
Sorun Donovan’da mı, ANKA’da mı, yoksa mütercimde mi bilmiyorum; ama bir kere ortamı yumuşatmak için yapıldığı düşünülen açıklamanın üslubundaki “ısrarlı dayılanma”yı hissetmişsinizdir. Karşı tarafı tahfif eden (“kafaları karışıp”, “bu davetsiz misafirler”) ve kendi tavırlarını yumuşak bir dille makul hale getiren (“fizikî olarak engelleme ile karşılaştılar”) tarz da cabası… Üstelik “karşılaştılar” yüklemi ile fizikî güç kullanan özneyi gizleme tavrı da görülmeyecek gibi değil. Öyle bir dil kullanılıyor ki, emperyal süper güç küstahlığına yaraşır şekilde, sanki püskürtülen bir düşmandan söz ediliyor.
Hele ki “Sadece Başkan’ın limuzinine
3-4 metre kadar yaklaşabildiler” cümlesinden, “Koruma zihniyetinin ‘öteki’ algısı” türü akademik tezler bile çıkabilir.
Açıklamadaki cümle düşüklüklerinin Türkçe tercümeden kaynaklandığını varsaysak bile, gerçek değişmiyor: Amerikalılar ile dil engeli ve iletişim sorunu.
Anlaşılan, Davos’ta neredeyse küresel sempati doğuran “dil engeli”, ABD’de gereksiz bir patırtıya yol açmış.
Tavsiye Et
Demokratik Açılım tartışmalarının gündeme geldiği Temmuz sonundan beri epeyce gürültü koptu. Özellikle siyasetçi taifesi, neyi tartıştığını ve eleştirdiğini bile doğru dürüst bilmeden ortalığı toz duman etti. Merkez üssü Ankara olan bunca patırtı arasında belki de tartışmaya en somut ve hacimli katkıyı araştırma ve düşünce kuruluşları yaptı. Hatta bu sayede kamuoyu, şimdiye kadar sessiz sedasız büyük işlere imza atmış olan Pollmark Araştırma Şirketi’nin adını duydu. SETA ve Pollmark tarafından 2.497 noktada, toplam 10.577 kişi üzerinde ortaklaşa gerçekleştirilen “Türkiye’nin Kürt Sorunu Algısı” başlıklı çalışmanın başlama ve bitişi arasındaki süre ise bir rekor: 7-15 Ağustos arasında 1 haftalık bir süre.
Sayısal ve teknik kısmını Pollmark, niteliksel ve analitik kısmını ise SETA’nın yürüttüğü araştırmada ilginç sonuçlar ortaya çıkmış. Örneğin, katılımcıların %64’ü CHP’nin, %62’si de MHP’nin açılıma yaklaşımını “olumsuz” olarak değerlendirirken; CHP ve MHP’nin tavrına destek verenlerin oranı da aynı rakamda, %16’da buluşuyor. Buna mukabil, AK Parti’nin açılım girişimini destekleyenlerin oranı, hemen hemen 22 Temmuz 2007 seçimlerindeki oy oranına benzer bir şekilde %48,1. Bu da açılımın aslında 22 Temmuz’da beliren toplumsal iradenin ve maşeri vicdanın ruhuna denk düştüğünü gösteriyor. Gerçekten böyle ise bütün usul ve üslup hatalarına rağmen iktidar partisi doğru yolda demektir.
Kürt sorununun 1990’lı yıllarda büyük ölçüde askere havale edilmesinin yol açtığı sosyo-politik yaralar, özellikle üçüncü bölümde açık biçimde görülüyor. Kamuoyunun %71,1’i bugüne kadar uygulanan çözüm yöntemlerinin başarısız olduğunu, %59,9’u TBMM’de temsil edilen partilerin bu konuda işbirliği yapması gerektiğini düşünüyor. İlginç bir sonuç da TSK’nın PKK’yı etkisiz hale getirmesi ya da PKK’nın silah bırakması ile sorunun çözülmüş olmayacağını düşünenlerin oranı; sırasıyla %55,6 ve %51, 1.
“Sizce, Türkiye’de Türk, Kürt, Laz, Çerkez gibi farklı kökenden gelenleri bir arada tutan en önemli bağ nedir?” sorusuna verilen cevaplar ise çözümün adresine dair işaretler sunuyor.
Sırasıyla din %26,7, ortak tarih ve coğrafya %24,3, kardeşlik duygusu %23,1, milli ve kültürel değerler %10, T.C. vatandaşlığı %5,8, Cumhuriyet değerleri %2,4, devlet %2,1 oranında kabul görüyor.
SETA-Pollmark raporu gösteriyor ki, 22 Temmuz’da beliren irade Türkiye toplumunun fotoğrafıdır ve aslında iktidar partisini de aşan bir nitelik taşımaktadır.
Bu iradeyi idrak eden kazanır!
Araştırmanın ayrıntıları için www.pollmark.com.tr ve www.setav.org adreslerine bakılabilir.
Tavsiye Et
AK Parti, Tanıtım ve Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen, Kevin Costner’ın da Demokratik Açılım’a destek verdiğini açıkladı. Meğer Baykal ve Bahçeli haklıymış. “Bu işin ardında Amerika var” diyorlardı; hakikaten de Hollywood çıktı!
Tavsiye Et