Yönetmen-Senaryo: Pelin Esmer
Oyuncular: Nejat İşler, Mithat Esmer
Yapım: Türkiye/Almanya/Fransa, 2008, 110 dk.
“İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun içinde kaybolacağı, geniş ve biteviye akan nehrinde her şeyle beraber akacağı yerde, dışarıdan seyre çalışıyordu.”
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur
1945’te kazandığı bursla Stanford Üniversitesi’ne giden Mithat Bey, Türkiye’nin yurtdışında eğitim görmüş ilk elektrik mühendislerinden biridir. Ülkesine olan borcunu ödemek üzere geri döndüğünde bulabildiği tek iş, polis teşkilatında radyo teknikerliğidir. Mithat Bey’in hayatını, eğitiminden ziyade her şeyi biriktirme tutkusu biçimlendirir. Yıllardır biriktirdiği koleksiyonlarını yeni nüksetmekte olan astım hastalığına rağmen korumayı başarır. Yaşadığı apartmanın diğer sakinlerinin deprem endişesi ve daha lüks bir eve sahip olma isteğiyle binanın yıkılmasına karar vermeleri, koleksiyonunu kaybetmekten korkan Mithat Bey ile işini kaybetmek istemeyen apartmanın kapıcısı Ali’nin yollarını birleştirir.
Bilhassa sanat alanında insanın yapıp edegeldiği her şeyin temelinde “ölümsüzlük arzusu” olduğunu söylemek yanlış olmaz. Godard’ın Serseri Aşıklar’ındaki yazarın, kendisine yöneltilen “En büyük hedefiniz nedir?” sorusuna cevabı “Önce ölümsüz olmak, sonra ölmek”tir. Koleksiyonerlik ve müzeciliğin temel esprisinin de zamanı paranteze almak olduğunu söyleyebiliriz. Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi’nde, romanın başkişisine “Müzelerde, sevdiğimiz eski eşyalarla karşılaştığımız için değil, zaman kaybolduğu için teselli oluruz.” dedirtirken tam da böyle bir zamandışılık arzusuna işaret eder.
Mithat Bey de “ya koleksiyonun ya ben” diyen eşinden vazgeçecek derecede tutkulu bir şekilde, gazetelerden içkilere, fotoğraflardan ansiklopedilere hatta telefon konuşmalarının ses kayıtlarına kadar tüm geçmişini biriktiren bir koleksiyonerdir. Modernlik dışı bir durum olarak -maddi kazanç gözetmeksizin- “biriktirmek”, toplumda pek makbul görülmez. Her şeyi biriktiren insanların evleri kulağa pek de hoş gelmeyen biçimde çöp ev olarak anılır. Apartman sakinlerinin şikayeti nedeniyle evine gelip onu uyaran belediyecilere “Asıl huzursuz olan benim” diyen Mithat Bey de aslında “makbul vatandaşlığın” öyle ya da böyle dışına çıkanlara karşı bu düşmanca tutuma vurgu yapar. Yönetmen Pelin Esmer, Mithat Bey’in koleksiyonuna olan tutkusunun karşısına, nasıl geçineceği ve hasta kızına nasıl rutubetsiz bir ev bulacağından başka bir soruyla meşgul olmayan Ali’nin kaçınılmaz yoksulluğunu koyar. Mithat Bey geçmişin, Ali ise sürekli bir gelecek kaygısının şekillendirdiği “an”ın tutsağıdır.
Oyun isimli ilk filmindeki “belgeselci” tavrını son filminde devam ettiren Pelin Esmer, 11’e 10 Kala’da karakterlerine koyduğu mesafeyle ve amcası Mithat Esmer’in doğal oyunculuğuyla, tabir caizse bağırmadan çok şey anlatmayı başarmış. Mithat Bey’in doğal oyunculuğu ile diğer tüm karakterlerin aşırı kurgusallığı çelişkili bir yapı ortaya koysa da, 11’e 10 Kala’nın Türk sinemasının son dönemdeki en eli yüzü düzgün yapımlarından olduğunu söylemek mümkün.
Tavsiye Et
Yönetmen: Leo Johannon
Oyuncular: Stanley Laurel, Oliver Hardy
Yapım: İtalya/Fransa, 1951, 82 dk.
Komedi türüne damgasını vuran Laurel ve Hardy ikilisi, sinema tarihindeki birçok “uyumsuz” ikiliye de ilham kaynağı olurlar. Zayıf ve tıknaz Laurel ile iri yarı Hardy, 1920’li yıllarda slapstick türü kısa filmlerde birlikte rol almaya başlarlar. Slapstick filmler, genellikle oyuncuların vücut dilinin ön planda olduğu, pasta savaşı, düşme, kovalamaca gibi kaba güldürü öğelerine dayanır. Bilhassa sessiz sinema dönemindeki imkansızlıkların etkisiyle ilk dönem komedi filmlerinin hemen hepsi bu türe aittir. Laurel&Hardy’nin beyazperdeye vedası niteliği taşıyan Ütopya’da, zengin amcası ölen Laurel ve arkadaşı Hardy, tüm vergiler çıkarıldıktan sonra(!) mirastan geriye kalan adaya doğru yola çıkarlar. Herhangi bir ülkeye bağlanmamak için adada kendi devletlerini kurmaya karar veren modern Cruose’ların başı beladan kurtulmayacaktır. İnsanın bulunduğu bir yerde ütopyanın imkansızlığını ince bir dille anlatan Ütopya, muhakkak izlenmesi gereken bir klasik.
Tavsiye Et
Yönetmen: Bruce McDonald
Senaryo: Tony Burgess
Oyuncular: Stephen McHattie, Lisa Houle
Yapım: Kanada, 2008, 95 dk.
Şehir radyolarından kovulan radyocu Grant Mazy, Pontypool kasabasının kilisesinin bodrumunda CLSY Radyosu’nda sabah programı yapmaktadır. Kar yağışı nedeniyle zar zor radyoya ulaşan Mazy, her sabahkinden farklı, tuhaf ve korkutucu bir durumla karşılaşır. Hasta görünümlü bir kadın, arabasının camını yumruklayarak bölük pörçük kelimeleri ile bir şeyler tekrarlar ve kaybolur. Gerçek konulara değinememenin acısını çeken ve sabah programlarını olabildiğince ilgi çekici kılmak için sadece küçük hikayeler anlatan Mazy, artık eleştirel bir program yapma niyetindedir. Nitekim o sabah kendi küçük hikayelerinin ötesinde bir olay tüm Pontypool’u sarmak üzeredir. Mazy’nin bu tuhaf durumla karşılaştığı o gün, kasabada korkunç şiddet olayları olduğu şeklinde bir söylenti yayılmaya başlar. Ülke sorunları ve Pontypool’un sıkışmışlığından bahseden radyocu, yapımcısının müdahaleleri ile sürekli engellenir. Çok geçmeden kasabanın bir cinnet yaşadığı haberini alırlar. Bodrum katta her şeyin dışında yayın yapmaya çalışan ekip, cinnetin İngilizceye yayılmış bir virüsten kaynaklandığını anlar. Virüsün radyo yayını nedeniyle yayılma hızını arttırdığını anladıklarında ise ekiplerinden birisinin cinnet geçirdiğine tanıklık ederler. Zombilerin davranış şekilleri ve insan üzerindeki etkilerini dil üzerinden vermeye çalışan Pontypool, evrensel bir mesajla İngilizce sayesinde yayılan virüsü konu edinir. Anlamsızca sarf ettikleri kelimeleri tekrar etmeye başlayan insanlar, karşılaştıkları yeni birisiyle iletişim kuramayınca sesin kaynağını yok ederler. Mazy’nin eleştirel yayın yapma arzusu zayıf radyo sinyallerinin giderek güçlenmesi ile Norman Mailer’ın “ayrılıkçı” teorisi ve J. F. Kennedy’nin ölümüne kadar uzanır. Enfeksiyonun kaynağı olan virüsler, kelimelerdir. Zombiler konuşarak virüsü yayar. İngilizce sevgi sözcükleri ile yayılan virüs, konuşan herkesi etkisi altına alır. Aslında Pontypool halkı, karşı konulamaz bir etki altındadır. Film, konuşan zombilerin medya ve iletişime getirdiği yenilikçi yaklaşımı, küresel bir dil olan İngilizce metaforu ile dünya üzerindeki hakimiyete dair de bir eleştiri geliştiriyor. Ekonomik bir bütçe ile kilisenin bodrum katı olarak seçilen mekanda geçen film, doğaçlama hissi veren oyunculuk ve teatral bir mizansen ile tamamlanıyor. Birçok güçlü metafor ile yol alan Pontypool, alışıldık zombi filmlerinden farklılaşmayı başarırken anlamlandırılması zor bir mesaj ile noktalanıyor. Kelimeler fazla mı geliyor? Susmayı mı bilmek lazım? Çok mu İngilizce konuşur olduk? Kurtuluşu aşk sözcüklerini yeniden tanımlamakta mı aramalıyız? Yoksa her şeye “hayır” desek yetecek mi?
Tavsiye Et