Ankara Havası
Asker konuştukça coşanlar
Siyasete müdahale anlamı taşıyan Genelkurmay Başkanı’nın “gemi” açıklaması için pek çok yorum yapıldı. Fakat gözden kaçan ayrıntı, bir süreden beri nalına mıhına çalışan Doğan Grubu’nun marjinal “ulusolcu” basın ile birlikte bu açıklamayı coşkuyla karşılamasıydı. Böylece grubun aslında bir işaret fişeği beklediği anlaşıldı.
Kamuoyunda, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast planı üzerine düzenlenen operasyon ve Genelkurmay Karargahı’nda görevli bir albay ile binbaşının gözaltına alınıp serbest bırakılması tartışılırken, Doğan medyası, konuyu “Arınç, Emine Ayna’ya ‘yaratık’ dedi” haberiyle birlikte işledi.
Yine intihar eden yarbayın cenazesine Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın da katılması, “askerin kendi içinde dayanışması” imasıyla yansıtıldı. Hatta manşetten, “İnanmıyoruz” mesajıyla çıkan Posta, askerin ağzından çıktığını iddia ettiği bu sembolik mesaja canı gönülden katıldığını gösterdi.
Bu memlekette, askerin konuşmasının inanılmaz zararları kadar, hesaplanmadık yararları da olmaya devam ediyor; zira bir nevi turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Baksanıza, Hükümet’in açılım ve genel politikaları konusunda bir süreden beri sükunet ve tarafsızlık görüntüsü veren “karşıt medya” nasıl da renk verdi. Meğer içlerindeki aslan yüreğin coşması için askerin konuşması gerekiyormuş.
Tavsiye Et
Geç kalmış ulusçuluğun maliyeti
Bilimselliğin ve determinizmin öne çıktığı modern dönemde tarihe bakışta elbette daha objektif ve nedensellik ilişkisini esas alan görüşler de gelişti. Fakat özellikle ulus-devletlerin meşruiyet üretme kaygısı, toplumların tarih algısında da belirleyici oldu. Tarihin ayıklanması ve yeniden kurgulanması ulus-devlet yöneticilerinin en fazla ilgilendikleri işler arasında yer aldı.
Ulus-devlet anlayışı ile Fransa 1789 Devrimi sonrasında; İtalya Mazini, Garibaldi ve Cavourile 1870 yılında; Almanya da 1871’de Şansölye Otto Van Bismarck ile birliğini sağlayarak tanıştı.
Türkiye Cumhuriyeti ise Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan son toprak parçası üzerinde, Misak-ı Millî içerisinde, 1923 yılında bir ulus-devlet olarak kuruldu. Ancak Türkiye’nin Avrupa’daki diğer ulus-devletlerden iki önemli farkı vardı: Birincisi, birleşerek oluşan bir yapı değil, bölünerek küçülen bir yapının kalan son parçası olması. İkincisi, Avrupa’dakilere göre geç kalmış bir ulus-devlet olarak Osmanlı döneminde bir türlü sonuca ulaşmayan reform çabalarını daha radikal bir biçimde başlatması.
İşte bu ortamda kurulan devletin hem “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir millet”e hem de o milleti bir arada tutacak bir tarih algısına ihtiyacı vardı.
Örneğin, Osmanlı geçmişinden kurtulmak için eski Türk tarihi ile bağ kuruldu; yüzlerce yıldır toplumda rastlanmayan Attila, Cengiz, Timur isimleri bile muteber hale geldi. Türk Dil Kurumu ile birlikte Türk Tarih Kurumu da oluşturuldu.
Bir yandan yeni tarih algısı kurgulanıp okullarda topluma öğretilirken, bir yandan da genç ulus-devletin yapısı bu kurguya uygun hale getirilmeye çalışıldı. İşte, resmî tarih olarak öğretilen yakın tarih, yani Türkiye Cumhuriyeti tarihi bu niyetle oluşturuldu ve toplumu Misak-ı Millî içinde tutmakta başarılı oldu.
Tavsiye Et
Ankara ile Türkiye yeniden tanışıyor
Bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî tarihiyle yüzleşmesi değişik vesilelerle gündeme geliyor. Bazen Latife Hanım üzerinden; bazen Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Rauf Bey, Refet Bey, hatta Fethi Bey gibi Kurtuluş Savaşı önderleri ve onların akıbetleri üzerinden; bazen İttihatçı Cavit, Doktor Nazım Beyler, İsmail Canbolat, Halis Turgut, Ziya Hurşit üzerinden; bazen Terakkiperver ve Serbest Cumhuriyet Fırkaları üzerinden; bazen Çerkes Ethem, Deli Halit Paşa, Ali Şükrü Bey üzerinden; bazen Şeyh Said İsyanı üzerinden; bazen Varlık Vergisi ya da 6-7 Eylül Olayları üzerinden…
Ya da 2009’un sonunda gördüğümüz gibi Dersim İsyanı benzeri, toplumsal hafızanın dar bir kısmında, ama derin bir şekilde yer eden olaylar üzerinden sürüp giden bir yüzleşme bu. Umulmadık anda, umulmadık biri çıkıyor ve “kendi ayağına sıkmak” pahasına ezber bozucu bir kelam ediyor. Kopan gürültü, yaşanan tartışmalar bir tarafa, neticede Ankara ile Türkiye yeniden tanışıyor; devlet ve millet, eteğindeki taşları döküp rahatlamak ve yeniden sımsıkı kenetlenmek için adım atmış oluyor.
Bu yüzleşmede amaç, tarihi yeniden tarif etmek değil; tarihteki talihsiz dilimleri ve hataları kabul edip kucaklaşmak olmalı. Tarih, yeniden yapılamaz belki; ama ona daha yapıcı bir şekilde yaklaşılabilir.
Ancak o şekilde, resmî ve gayriresmî olmak üzere iki ayrı kanaldan akan curriculum vitae’nin neden olduğu şizofreni çözülebilir.
Tavsiye Et
Tarihle yüzleşmek ya da şizofreniyi aşmak
Gerilim ile birlikte dinamizmin birkaç asırdır eksik olmadığı bir coğrafyadayız. I. Cihan Harbi’nin sonrasında yine bir gerilimin kucağında doğan Türkiye Cumhuriyeti o günden beri gerilmeye devam etti. Bir yandan sorunun köklerini araştırırken, bir yandan da yeni sorunlar üretti. Böylece hiç bitmeyen bir “tarihle yüzleşme” süreci ortaya çıktı. Zira tarihin resmî ve gayriresmî olmak üzere iki ayrı kanaldan aktığı bir ülkedeydik.
Aslında “geçmişin anlatısı” demek olan tarihin Batı dillerindeki bütün karşılıklarının Grekçe İstoria’dan türemiş olması ve hikâye kelimesiyle aynı kökten gelmesi ilginçtir. Onu, sebep-sonuç ilişkisi içinde bir bilim olarak tanımlama çabaları ise modern döneme özgü bir durum. Oysa tarih, anlamdaş olduğu hikâye gibi, biraz gerçeklere, biraz hayal gücüne dayanan, fakat son tahlilde anlatıcıların ve yazıcıların rivayetlerine mahkûm bir alan.
Mesela, her fırsatta Rum Mehmed Paşa’ya hücum eden Tarihçi Aşıkpaşazade’nin, aslında Paşa’yı, Galata’daki mülklerine kira getirilmesinden sorumlu tuttuğu için bunu yaptığı “rivayet” edilir. Bu bile bir rivayet olduğuna göre, tarih, büyük ölçüde inanmak istediğimiz gibi şekillendirdiğimiz, yerine göre uzlaştığımız, itibari bir geçmiş algısı haline geliveriyor.
Tavsiye Et
CHP-MHP muhalefeti ve Öcalan çizgisi, iktidarın iyi niyetle başlattığı açılım sürecinden en kârlı biçimde çıkmanın hesaplarını yaparken tam bir Şark kurnazlığı örneği sergiliyorlar. Eh, buna süreç yönetiminde görülen basiretsiz ve dağınık girişimler de eklenince, açılımı toparlamak gitgide zorlaşıyor.
CHP-MHP muhalefetinin katı yaklaşımı ve DTP-PKK çizgisinin ikiyüzlü tavrı, bu işte iktidar partisi ve birkaç STK dışında samimi kurum olmadığını gösteriyor. Fakat açılıma en büyük tehdidin, artık “ulusolcu” muhalefet ya da PKK’dan değil, onu kontrol edilemez bir noktaya getiren süreç yöneticilerinden geleceği anlaşıldı.
Mesela, Ökkeş Şendiller’in Alevi Çalıştayı’na davet edilmesi nereden ve hangi cin fikirli kafadan çıkmıştır; neye hizmet etmiştir? Nereden icabetti de, 30 yıl sonra “Haydi Ökkeş, vakit tamam” dendi? Bu denli açık ve fahiş hata, böylesi bir lahn-ı celi elbette samimiyeti bozar!
Kafa yorup bulunabilecek tek açıklama; herhalde kamuoyu ilgisinin, işlerin sarpa sardığı Kürt meselesinden Alevi Açılımı’na çekilmek istenmesi olabilir. Tamam, Kürt meselesindeki şiddet ortamı biraz gözden ırak kaldı; peki Alevi Açılımı ne olacak?
Onun da çaresine sonra bakarız, deniliyor herhalde.
Tavsiye Et