20. YÜZYILIN sonunda, modası geçmiş ilan edilen milliyetçiliğin Türkiye’de ‘yükseliş’e geçtiğinden söz ediliyor şimdilerde. Türkiye’de milliyetçilik konusu etrafında yapılan güncel tartışmalarda milliyetçilik ile ulusalcılıkarasında kesin bir ayrım yapılma çabası ise, güncel siyasette önemli birtakım değişimler yaşandığına işaret ediyor.
Siyasal bir ideoloji olarak tarih sahnesine, diğer ideolojiler gibi, modern dönemde çıkan ve büyük ölçüde modern bir inşa olan milliyetçilik, etnik ve/veya dil merkezli bir kimliği doktrininin temeline yerleştirir. Bu konu ele alınırken, her şeyden önce, tek bir milliyetçilik doktrininin olmadığı ve milliyetçiliklerin mevcudiyeti hatırlanmalıdır. Liberal, sosyalist, faşist, nasyonal sosyalist ve hatta anarşist milliyetçiliklerin varlığından söz edilebilir. Milliyetçilik; sosyalizm, liberalizm vs. ideolojilerle mukayese edildiğinde karmaşık ve bulanık yapısıyla dikkat çeker. Bu özelliği, yani “hiçbir tutarlı, bağımsız doktrini olmaması”, belki de milliyetçiliğin başarısının da kaynağıdır.
İdeolojilerin hemen hepsinde olduğu gibi, milliyetçilikte de bazı düzenleyici fikirler tespit edilebilir. Farklı milliyetçilik ekolleri bu fikirleri farklı biçimde yorumlasalar da, formel olarak milliyetçilik, dünyanın her biri kendi tarihsel sürekliliği, dili ve kaderi olan farklı milletlere ayrıldığını savunur ve milletin köklerinin uzun bir geçmişte olduğunu kabul eder. Millet, zaman zaman şahsileştirilmiş, tarihsel olarak şekillenmiş, bireylerden önce gelen ve kendi eşsizliğine sahip manevi bir organizma olarak görülür. Milliyetçi düşüncenin dili merkeze koyma tavrı da, “dilin doğallığına ve kadimliğine” dayanır. Millet, siyasal ve sosyal iktidarın kaynağı olarak değerlendirilir; siyasal ve ahlaki olarak egemen ve dolayısıyla da meşruiyetin ve sadakatin nihai temelidir. Millete bağlılık milliyetçiliğin türüne göre değişse de, diğer aidiyetleri hesaba katmama eğilimindedir: İnsanlar ancak “milletleri içinde ve milletleri ile” özgür olabilir ve kendilerini gerçekleştirebilirler.
Milliyetçi ideoloji, milletleri doğrudan devletlerle özdeşleştirme eğilimindedir. Millet ile devlet örtüşmesi neticesinde, devletin “daha iyi yönetebilir” olacağı düşünülür. Herder’e göre; “en doğal devlet, tek milli karaktere sahip tek milliyettir.” Bu aynı zamanda, milletlerin, devletlerin yalnızca daha kolay yönetmek için tasarladığı kurmaca inşalar olduğunu da ima eder.
Milliyetçi ideoloji, devletle özdeşleşmiş bir millet temelinde ortak bir kimliğe, başka bir deyişle, “yekpare halk kolektivitesi”ne yönelir. Böylesi bir yaklaşım ise, elbette, belirleyici olarak görülen unsurlar nedeniyle belli problemleri de beraberinde getirir. Toplumun bir kısmının ortak kimliğinin belirleyici unsurları, toplumun diğer kısmı ile ayrışmanın da kaynağı olur. Bu durum, uluslararası ilişkiler bağlamında daha da geliştirilebilir. Toplum içerisinde yaşanabilecek bu “biz ve ötekiler” ayrımı, komşu milletler/devletler bağlamında da gündeme gelebilir. Bir yönüyle birleştirici, diğer yönüyle de ayrıştırıcı ve dışlayıcı bir süreçtir karşımıza çıkan.
Kültür, siyaset, toplumsal ilişkiler, ahlak vb. konularda takip edilen milliyetçi politikaların tamamlayıcı unsuru elbette ekonomik anlayıştır. Ekonomik otarşi, gümrük tarifeleri ve korumacılık gibi politikaların savunulması beklenebilir. Ancak günümüz itibariyle, milliyetçilik düşüncesine sahip olanların, böylesi bir ekonomi politikası takip etme konusunda istekli ve kararlı olup olmadıkları tartışmalıdır. Uluslararası ticaretin ve antlaşmaların, uluslararası finans kurumlarının, uluslararası hukuki, siyasal ve askerî örgütlerin, küresel seyahat ve göçün İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki hızlı gelişimi, elbette, altın çağını 19. ve 20. yüzyıllarda yaşadığı varsayılan milliyetçiliğin ve -milliyetçi düşünceyle özdeşleştirilen- ulus-devletlerin hareket alanını kısıtlamış ve bazı iddialarından vazgeçmek zorunda bırakmıştır.
Milliyetçilik Neden Yükselişte?
Türkiye, Hrant Dink’in öldürülmesi sonrasında milliyetçilik meselesi etrafında yaygın fakat acele ve sığ bir tartışma ortamına girdi. Verilen siyasi demeçler, gazete köşelerine taşınan milliyetçiliğe dair tartışmalarla devam etti. Negatif-pozitif, ayrıştırıcı-birleştirici milliyetçilik ve milliyetçilik-ulusalcılık vb. türlerden ve ayrımlardan bahsedilmeye başlandı.
Türkiye’de milliyetçiliğin yaygınlığı ve dönem dönem de belirgin bir biçimde öne çıkması hiç de şaşırtıcı değil. Her şeyden önce Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı sıkıntıları ve yıkılışını hiçbir zaman unutmadı, unutamadı. O nedenle, yeni bir cumhuriyet de olsa, devletin -ve devletle özdeşleştirilmiş olan milletin ve vatanın- bağımsızlığı ve kaderi konusunda her zaman hassas oldu. Yakın geçmişte Türkiye’de yapılan tartışmalar şöyle kabaca bir hatırlanacak olursa, devletin geleceği konusunda duyulan endişeleri tahrik edici pek çok unsurun bulunduğu kolayca görülecektir: Masonların ve Sebatayistlerin devleti ele geçirdikleri, İsrail’in/Yahudilerin GAP bölgesinde geniş toprak parçaları satın aldıkları, ülkenin ekonomik kaynaklarının yok pahasına küresel sermayeye peşkeş çekildiği türünden iddialar ve Kuzey Irak’ta Türk askerinin başına çuval geçirilmesi, uyuşturucu kullanma yaşının düşmesi, eğitim kurumlarında yaşanan yozlaşma vb. konulardaki tartışmalar kitaplar, dergiler, gazeteler ve televizyon kanalları aracılığıyla geniş kitlelere ulaştırıldı. Kurtlar Vadisi gibi diziler de bu ‘kaşıma’ eyleminde aktif bir rol oynadı ve türlü türlü sıkıntılarla boğuşan insanımızın güvenlik endişelerini gidermek için model roller ve anlayışlar sundu.
Komplocu bir yaklaşımla, söz konusu söylem, tartışma ve kurguların, bugün yeniden yükselişe geçtiği -o da ancak Hrant Dink’in öldürülmesi vesilesiyle- tespit edilen milliyetçiliğe bir zemin oluşturma çalışması olduğu düşünülebilir belki. Ancak Türkiye’nin özellikle 1980’lerden itibaren ulusal ve uluslararası alanda yaşadığı sosyal, siyasal ve ekonomik süreçler hatırlanacak olursa, yaşanan bu uzun sürecin ve dönüşümlerin bir neticesi olarak insanımızın bir “varoluş/yokoluş” endişesi duyması hiç de şaşırtıcı olmaz. Böylesi bir ortam ise, en nihayetinde, biriken enerjinin ve hassasiyetin kurgusal birtakım süreçlerle farklı mecralara kanalize edilebilmesi için son derece uygun görünüyor.
Bu anlamda, Türkiye’de yükselişte olduğu tespit edilen milliyetçiliğin nedenlerinden bir tanesini, yaşanan küresel sisteme adaptasyon gayretlerinin yarattığı problemler olarak tespit edebiliriz sanıyorum.
Milliyetçi Pastadan Pay Kapma Savaşı
Bugün itibariyle, yalnızca milliyetçi ideolojinin yükselişinden bahsetmek tek başına yeterli değil. Belki de, tartışılması gereken bir husus da, yükselişe geçtiği iddia edilen milliyetçi söyleme hangi hareketin ve liderin sahip çıkacağıdır. Başka bir deyişle, bugün milliyetçi söylemden ve oylardan pay kapma savaşı da yaşanıyor. Seçimlere yaklaşıldığında bu atışmaların daha da artacağı muhtemel. Önümüzdeki döneme milliyetçilik söylemlerinin ve tartışmalarının damgasını vuracağının ortaya çıkması, AKP’ye alternatif olarak sosyal demokrat ve laik söylemlerin sunulması gerektiği şeklindeki öneriyi de geçersiz kıldı. Başka bir deyişle, önümüzdeki dönemde, AKP’nin alternatifi -milliyetçiliği, sağcılığı ve dinciliği elbette sisteme zarar vermeyecek şekilde törpülenmiş, dolayısıyla da bağımlı olmak koşuluyla- AKP’den daha sağcı, daha milliyetçi ve daha dinci bir söylem olmak durumunda. Hrant Dink sonrasında yaşanan tartışmaların ortaya koyduğu bir diğer gerçek de budur. Negatif-pozitif milliyetçilik, ayrıştırıcı-birleştirici ve milliyetçi-ulusalcı ayrıştırmalarının arkasında da, milliyetçi oyların oluşturduğu pasta üzerinde yaşanan bu pay kapma kavgası belirleyici oldu. Sayın Başbakan’ın, parti yönetim kadrolarından yükselen milliyetçilik eleştirilerine sert karşılık vermesi de, onun önümüzdeki döneme ilişkin stratejisini belirlemiş olduğunu gösteriyor. Dink cinayetini işleyenlerin MHP ve BBP gibi ‘milliyetçi’ çevrelerle ilişkili gösterilmesi ya da emekli bir subayın liderliğinde silah, bayrak ve Kur’an üzerine yemin eden ‘ulusalcı’ illegal örgütlenmeye ilişkin görüntülerin medyaya sızdırılması da bütünüyle bu kavgayla alakalı olsa gerek.
Asıl soru, günümüz Türkiye’sinde yaşananlar özelinde, halkımızın milliyetçi hassasiyetlerine hitap eden, belki de tahrik eden bu söylemlerle ne elde edilmek istendiğidir. Milliyetçi söylem etrafında birleştirilen yığınlar ne tür bir işlev/görev göreceklerdir? Türkiye’de milliyetçi bir söylemin hâkim kılınması ne tür sonuçlar doğurabilir ve eğer bu süreç bilinçli bir müdahalenin sonucu oluşturuluyorsa, ne amaçlanmaktadır?
Bu sorulara, eldeki mevcut bilgilerle cevap vermek elbette zor. Yaratılacak bu enerjiyle yok edilecek düşmanlar ülke içerisinde mi aranacak, ülke dışında mı? Dink’in öldürülmesi sonrasında gerek Başbakan’ın gerekse kamuoyunun tavrına bakılacak olursa, içeride böylesine bir “yola getirme” eylemine pek sıcak bakılmadığı anlaşılıyor. Yazılı ve görsel medyaya yansıyan bilgiler takip edildiğinde, bu enerjinin ülke dışı operasyonlar için çok daha işlevsel göründüğü söylenebilir.
Dolayısıyla önümüzdeki dönem, hem seçim özelinde ve hem de Türkiye’nin iç ve dış politikaları anlamında muhtemel yeni ve sıcak gelişmelere açık bir dönem olarak görülüyor. Ancak hemen belirtilmesi gereken bir tehlike, milliyetçilik üzerine araştırma yapanların ve düşünenlerin rahatlıkla bilecekleri üzere, “taraftarlarının en çok hoşlanacakları şeyi yansıtan” bir ideoloji olarak milliyetçiliğin nerede duracağı/durdurulabileceğinin bilinememesidir!
Paylaş
Tavsiye Et