20 MART günü Türkiye saati ile sabaha karşı saat 4:32’de Amerika Birleşik Devletleri, uzun süredir beklenen ve büyük tartışmalara neden olan operasyonuna başlayarak, Bağdat’a saldırı düzenledi. 1991’den savaşları ekran başında naklen izleme alışkanlığını kazanmış olanlar, kaderin bir cilvesi, bombalanan Bağdat manzaralarını minarelerden yükselen sabah ezanları eşliğinde seyrettiler. Bu olay, birçok bakımdan dünya tarihinde bir dönüm noktası teşkil etmeye aday görünüyor. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın ilkelerini açıkça ihlal eden ve uluslararası toplumun onayını almaya gerek görmeyen ABD, şimdilerde kendisiyle birlikte hareket eden ülkelerde bile haklılığı sorgulanmaya başlayan bu saldırıyla, uluslararası hukukun yüzlerce yıllık birikime dayanan çerçevesini de bir anlamda tahrip etmiş oldu.
Bush ve Ortakları A.Ş.
Hıristiyan inancında 13 rakamı uğursuz kabul edilir. George W. Bush’un başkanlığının, tartışmalı bir seçimin ardından 13 Aralık 2000 tarihinde kesinleşmiş olması insanı neredeyse bu inancın batıllığı hakkında tereddüte düşürecek. Kesin olan 13 Aralık’ın bütün insanlık için uğursuz bir gün olduğu. Oğul Bush’un, Amerikan seçim sisteminin karmaşık yapısı ve Anayasa Mahkemesi’nin Cumhuriyetçi üyeleri sayesinde kazandığı başarıda kilit eyalet Florida olmuştu. Florida Valisi’nin Bush’un ağabeyi Jeb Bush olması, sayım sırasında yaşanan olaylar, (bizim Türkiye’de alışık olduğumuz) çöplüklerden çıkan oylar ve Anayasa Mahkemesi’nin tekrar sayıma müdahalesi birçok kuşkuyu beraberinde getirdi. Öyle ki durum, eski başkan Clinton’un eşi Senatör Hillary Clinton’un; “Bush (halk tarafından) Başkan tensip olunmadı, (etkili çevrelerce) Başkan tayin olundu (parantez içi ifadeler yazara aittir)” ifadesini haklı çıkarıyordu. Amerika’da, Enron’dan Carlyle Group’a, Halliburton’dan Chevron’a kadar başta petrol ve silah sanayi olmak üzere devasa şirketlerle Bush ve çevresindekilerin içli dışlı ilişkileri yeni yönetimin “Bush ve Ortakları Yönetimi A.Ş.” olarak adlandırılmasına yol açtı. En üst kademede yer alan 100 isimden 25’inin havayolu ve uçak sanayi, 32’sinin petrol sanayi ve 45’inin de ilaç-biyoteknoloji sanayi ile irtibatlı olması bu isimlendirmeyi haklı çıkarıyordu.
11 Eylül Şoku ve Savaş Hazırlıkları
Başlangıçta Bush yönetimi tercihini Cumhuriyetçilerin alışılmış içe dönük politikalarından yana koymuş görünüyordu. Bush yönetiminin ilk Hazine Bakanı Paul O’Neill’in, Nisan 2001’de dile getirdiği “Bizler, yani ekonomiden sorumlu bakanlar, milyarlarca dolarlık yardım paketlerinin başarısızlığa uğradığını sakin bir ifadeyle dile getirirken, bu paranın, yılda 50 bin dolar kazanan marangoz, su tesisatçısı gibi bir kesimin, kazandığı her doların %25’ini onlara iyi hizmet vermemiz ve toplanan bu vergileri en akıllıca biçimde harcamamız için bize emanet ettiklerini hatırlamak zorundayız” şeklindeki yaklaşım bu tercihi yansıtıyordu. 11 Eylül saldırıları bu politikalarda kırılma sayılabilecek köklü bir değişimi gündeme getirdi. Bu saldırıyla birlikte yeni muhafazakarlar da denebilecek, sağ görüşlü, savunma ve askeri konularda da “şahin” görüşleriyle tanınan grup, ABD yönetiminde ağırlık kazandı. ABD’yi askeri güce dayanan küresel ölçekte emperyal bir yapıya dönüştürmeyi amaçlayan söz konusu grup, Amerikan savunmasının zeminini bütün dünyaya yayan bir anlayışla tehditleri önceden bertaraf edecek -strateji literatüründe İsrail’le birlikte anılan- “önleyici savaş” kavramını yönetime benimsetti. 11 Eylül’ün ardından ABD önce Afganistan’ı hedef aldı. İkiz Kuleler’in ve Pentagon’un vuruluşunun ertesi günü NATO, kuruluş sözleşmesinin 5’inci maddesini ilk kez hayata geçirme kararı aldı. İttifak, düzenleyeceği karşı saldırıda Amerika’yı destekleyecekti. İki gün sonra da Kongre Bush’a 40 milyar dolarlık bir “terörle savaş” bütçesi ile birlikte savaş yetkisi verdi. Bu arada saldırıdan önce böylesine geniş çaplı bir operasyonu nasılsa haber alamamış olan istihbarat servisleri daha enkaz yanarken “teröristler(!)”in pasaportlarını ve mushaflarını buluverdi. Birinin Beyaz Saray’ı, hatta Air Force One’ı hedeflediği sonradan ortaya çıkan dört uçakta toplam 19 hava korsanı vardı. Saldırıları düzenleyenler, 15’i Suudi Arabistan vatandaşı olmak üzere Arap kökenli mühendis ve doktorlardı. Operasyonu planlayan ve yöneten ise Kaide lideri Usame bin Ladin; bir başka deyişle İslamcı terör ve ona destek sağlayan Taliban yönetimiydi. 7 Ekim’de Afganistan bombardımanı başladı. 11 Eylül’den birkaç hafta öncesine kadar Taliban yönetimiyle Orta Asya’dan Afganistan ve Pakistan yoluyla güneye uzanacak petrol ve doğalgaz hatları için müzakereleri sürdürmekte olan Washington, şimdi Afganistan’da yönetimi değiştirmek istiyordu.
Bush’un ilk andaki “bu bir savaştır” şeklindeki ilginç tepkisi, iddialarla ilgili birçok tutarsızlığın olması, açıklamaların ve haberlerin sık sık değiştirilerek yeniden tanzim edilmesi gibi kuşku doğuracak unsurlar bu saldırılar üzerinde yoğun bir sis perdesi oluşturdu. Dünyanın kafası gelişmelerle ilgili karışık olsa da ABD yönetimi son derece netti. 12 Eylül 2001 sabahı, saldırganların kim olduğuna ilişkin henüz hiçbir kanıt yokken, Savunma Bakanı Rumsfeld, Irak’a saldırılmasını talep etti. Afganistan’ın öne alınarak Irak’a saldırının bir süre ertelenmesinin en önemli nedeni, Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Bush’u, Irak’a saldırı kararı vermeden önce kamuoyunun ve müttefiklerin buna hazırlanması, harekatın 1991’de olduğu gibi çok uluslu bir koalisyon şemsiyesi altında gerçekleştirilmesi gerektiğine ikna etmiş olmasıydı. Başlangıçta uluslararası hukuktan ve BM’den sık sık bahseden “ılımlı” Powell da, 2003 Ocak sonunda (Rumsfeld’in “Fransa ve Almanya eski Avrupa. Bunlar problem ülkeler. Operasyona isteyen katılır, istemeyen katılmaz, biz bildiğimizi yaparız” çıkışıyla aynı zamanlarda) günah çıkararak “şahinler”in safına iltihak etti.
Aslında Irak operasyonu için karar tarihi olarak 12 Eylül’den daha önceki tarihler de söz konusu ediliyor. Project for the New American Century (Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi) adlı düşünce üretim kuruluşu (think tank) tarafından 2000 yılı Eylül ayında yayımlanan “Rebuilding America’s Defences” adlı raporda Irak’a saldırılarak rejimin değiştirilmesi öneriliyordu. Üstelik bu amaçla Türkiye’deki üslerin modernizasyonuna varıncaya kadar ayrıntılı öneriler sunuluyordu. 1998’de Başkan Clinton’a bir mektup yazarak Irak’a saldırmasını ve BM’i dikkate almamasını tavsiye etmiş olan Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin (PNAC) kurucuları arasında çok dikkat çekici isimler yer alıyor: Şimdiki Başkan Yardımcısı ve Baba Bush döneminin Savunma Bakanı Dick Cheney, şimdiki Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, yardımcısı Paul Wolfowitz, müstafi danışmanı “Karanlıklar Prensi” Richard Perle ve Bush’un Afganistan büyükelçisi ve son olarak Irak danışmanı Zalmay Halilzad bunlardan birkaçı. Irak’a yönelik kararın çok önceden verilmiş olduğuna ilişkin bir diğer gösterge de bombalar atılmadan önce başlayan dezenformasyon savaşının uzun bir geçmişe sahip olması. Bu amaçla hazırlıkların son derece profesyonel bir biçimde yürütülmüş ve önceki “tecrübeler”den bolca yararlanılmış olduğu anlaşılıyor. Aslında mali bünyesi bir hayli bozuk olan Enron şirketini cazip kılabilmek amacıyla yolsuzluk çetesinin uzmanları, yatırımcılar için önem taşıyan gösterge niteliğindeki kalemlere pırıltılı rakamlar yazmış sonra da diğer kayıtları, bu rakamları sağlayacak şekilde uydurmuştu. Bu “yönlendirilmiş” veya “tersten giden” muhasebe yöntemleri sayesinde kamuoyu uzun süre yanıltılmıştı. Bizzat Bush da dahil, ABD yönetiminin önemli bir kısmının çeşitli ölçülerde ilişkiye girmiş oldukları Enron’dan öğrendikleri bu yöntemi Irak’a yönelttikleri saldırıyı meşrulaştırmada ustalıkla tekrarladıkları görüldü. Örneğin; Rumsfeld ve yardımcısı Wolfowitz, Beyaz Saray’daki muhafazakar kanat kadar “içtenlikli” çalışmadığını düşündükleri CIA’yi atlayarak, Irak ile El-Kaide arasında bir ilişki bulmak için istihbarat verilerini tarayacak bir uzmanlar takımı kurdu. Bu çalışmalar kamuoyuna “Şarbonlu mektuplar, esrarengiz tetikçiler, vb.” olarak geri döndü.
Olayların Seyri, Yükselen Gerilim
Hazırlıkları ne kadar önce başlamış olursa olsun, Irak operasyonunun fiilen başladığı yıl 2002 oldu. 29 Ocak 2002’de Bush, Irak, İran ve Kuzey Kore’yi “şer ekseni” olarak nitelendirdi ve bu ülkelere karşı harekete geçeceği sözünü verdi. 19 Mart’ta Amerikan istihbarat servisi CIA’in başkanı George Tenet, Bağdat yönetiminin, El Kaide örgütüyle ilişkisi olduğunu ileri sürdü ve Irak ile İran’ın 11 Eylül saldırılarını desteklemiş olabileceğini söyledi. ABD gerilimi adım adım yükseltiyordu.
Savaş başlamadan önce Amerikalılar Irak’ın bütün savunma mekanizmasının çökmüş olmasını istiyordu. Bu amaçla önce BM ve silah denetçileri devreye sokuldu. 8 Kasım’da BM Güvenlik Konseyi’nin, Irak’ın silahsızlanmasıyla ilgili 1441 sayılı kararı oybirliğiyle onaylamasından beş gün sonra Irak, bu kararı koşulsuz olarak kabul etti ve 1998’deki ABD-İngiliz bombardımanından önce Irak’tan ayrılan BM Silah Denetim Komisyonu UNMOVIC denetçileri, 18 Kasım’da dört yıllık bir aranın ardından Bağdat’a geldi. Aslında ABD, ilk raundda istediği ölçüde parlak bir başarı sağlayamamıştı. Zira bütün baskılarına rağmen karar metninde “Irak, Konsey kararlarına uymazsa her türlü yaptırımla karşı karşıya kalır” gibi güç kullanımına meşru zemin sağlayacak bir ifade yer almamış, sadece 13’üncü maddede; “Bu bağlamda Konsey Irak’ı, yükümlülüklerini ihlal etmeye devam etmesi sebebiyle ciddi sonuçlarla karşılaşacağı konusunda birçok defa uyardığını hatırlatır” gibi muğlak bir ibareyle yetinilmişti.
Denetçilerin BM Güvenlik Konseyi’ne ilk raporlarını sunacakları 27 Ocak kritik bir tarih haline gelmişti. Ama Ocak ayı biterken bile, ABD-İngiltere koalisyonunun dünyayı ikna etmek için ihtiyaç duyduğu “dumanı tüten silah” hâlâ bulunamamıştı ve bu yüzden Amerikalı ve İngiliz yetkililer asabi çıkışlar yapmaya başladı. Halbuki Afganistan’a saldırmak için, Başkan Yardımcısı Dick Cheney tarafından “dumanı tüten silah” kadar güçlü bir kanıt olarak nitelendirilen ve tartışmaya mahal bırakmamak için televizyonda kırk dakika boyunca aralıksız yayınlanan bant, her ne kadar sonradan düzmece olduğuna dair güçlü kanıtlar öne sürüldüyse de, o dönemde Batı dünyasında Bin Ladin’in suçlu olduğunu ortaya koymaya ve savaş kararı çıkarmaya yetmişti. Beyaz Saray sözcüsü Ari Fleischer, Blix’in “İki aydan beri aralıksız çalışıyoruz ve 350’den fazla yeri denetledik ama Irak’ta dumanı tüten silah bulamadık” açıklamasına karşılık, “Biz orada kitle imha silahları olduğunu biliyoruz. Silahlar gizli olduğu için dumanlarını göremezsiniz” gibi ilginç bir yorum yaptı. İngiltere Savunma Bakanı Geoff Hoon ise BM silah denetçilerinin, savaşı başlatmak için Irak’ın halen kitle imha silahlarına sahip olduğunu kanıtlayan “dumanı tüten silah” bulmasına gerek olmadığını açıkladı. Sonuçta gelinen durumda dünya, iddia sahiplerinin iddialarının doğruluğunu değil, Irak yönetiminin masum olduğunu ispat yükümlülüğü taşıdığına inandırılmaya çalışılıyordu. O günlerde şahinliğe alışma antremanları yapan Powell, “Uluslararası topluluk, Saddam Hüseyin’in gerçeği ortaya çıkarma yönünde işbirliği yapmadığını görürse, bu, 1441 sayılı BM kararının ihlali anlamına gelecektir. İlle de suç üstü yapalım dememeliyiz” diyerek bu tuhaf mantığı özetliyordu.
Koalisyon güçlerinin hiddeti sadece BM ile sınırlı kalmadı. Amerikan Savunma Bakanlığı danışmanı James Woolsey, Avrupa ülkelerinin Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’e yönelik çekingen politikasını, Fransa ve İngiltere’nin 2. Dünya Savaşı başlangıcında Adolf Hitler’e karşı sergiledikleri tutuma benzetirken Rumsfeld eleştirinin dozunu artırarak, “Avrupa, Fransa ve Almanya’dan oluşur diye birşey yok. Bunlar yaşlı/eski Avrupa’dır ve sorunlu ülkelerdir. Eğer Avrupa’nın bütününe bakarsanız, etki alanının doğuya kaydığını görürsünüz” gibi diplomasi sınırlarını zorlayan beyanatlara kadar vardırdı.
Tezkereler Süreci
Bu arada Kasım ayından itibaren Körfez bölgesinde askeri yığınağını artırmaya başlayan ABD, operasyon için Katar ve Türkiye’yi kendisine üs olarak belirlemişti bile. Ancak, Katar ABD’nin bütün taleplerini derhal yerine getirdiği halde Türkiye’de işler biraz ağırdan alınıyordu. Aslında Türkiye, 2001 yılından beri Irak da dahil, bölge ülkeleriyle ilişkileri geliştirme yönünde çaba harcıyordu. Ankara’nın Bağdat ile ilişkilerini ilerletmesi ABD’de kaygı yaratmakla birlikte, önceleri Amerikalı yetkililer, “diplomatik kanallarınızın açık olması iyi. Bu takdirde Irak’a, kitle imha silahları üretmemesi gerektiğini uygun dille anlatabilirsiniz” yaklaşımını benimsemiş görünüyordu. Başkan Bush, 14-19 Ocak 2002 tarihleri arasında ABD’ye giden dönemin Başbakanı Ecevit’e, Saddam Hüseyin’in başında olduğu bir Irak Yönetimi ile uyum sağlamalarının mümkün olmadığını, mutlaka bu konuda birtakım adımlar atılması gerektiğini söyleyerek bir askerî harekatın ilk işaretini vermişti. Türkiye, o dönemde iç politika tartışmalarına gömülmüştü ve yavaş yavaş savaşa sürükleniyordu. Ama 3 Kasım seçimlerinden sonra ortaya çıkan yeni hükümet, bölgede ABD ile birlikte hukuksuz bir çatışmaya girerek kendi sonunu hazırlama konusunda isteksiz görünüyordu. İlk icraatlar bu tavrın izlerini taşıyordu. Mesela; BM Güvenlik Konseyi, ABD’nin talebiyle Irak halkı için hayati önemde birçok maddeyi askeri amaçlarla kullanılabileceği gerekçesiyle 1 Ocak’tan itibaren ambargo listesine eklerken, Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen, savaş seslerinin yükseldiği bu dönemde 150 kişilik işadamı ekibiyle 10 Ocak’ta Bağdat’a adeta “çıkarma” yapıyordu.
Türkiye baştan beri sorunun uluslararası hukuk çerçevesinde, mümkünse BM platformunda ve barışçı yollardan çözümü için çaba harcadı. Hükümet, bir taraftan kamuoyunun da büyük bir çoğunlukla paylaştığı duyarlılıkları korumaya çalışırken diğer taraftan da Türkiye’nin ittifak ve stratejik ortaklık ilişkileri içinde olduğu ABD’nin yoğun baskılarını yönetmeye çalışıyordu. Başbakan Abdullah Gül, 4-6 Ocak arasında Suriye, Mısır ve Ürdün’e, 11 Ocak’ta da Suudi Arabistan ve İran’a düzenlediği gezilerde Irak’a komşu diğer beş ülkenin liderleriyle görüşerek bir girişim başlattı. Önceleri çok başarılı olan bu girişimin sonucunda, 23 Ocak’ta İstanbul’da, Irak sorununun barışçı yollardan çözülmesi amacıyla Türkiye’nin ev sahipliğinde “Irak Konusunda Bölgesel Girişim-Dışişleri Bakanları Toplantısı” düzenlendi. Ama Türkiye’nin bölgede ağırlık kazanmasından rahatsız olan Arap inisiyatifi taraftarları, sorunu Arap Birliği’nin hem Kuveyt’in hem de Irak’ın oturdukları masanın çözümsüzlüğüne taşımayı tercih ettiler. 19 Ocak’ta ABD Genelkurmay Başkanı Richard Myers iki günlük bir program çerçevesinde Ankara’ya geldiğinde hâlâ Irak’a yönelik bir savaştan bahsetmediklerini belirtmesine ve ABD-’nin bölgeye yaptığı askeri güç sevkıyatının Irak’ı, BM kararına uymaya ikna etmeye yönelik olduğunu söylemesine rağmen Türkiye’ye yönelik baskıların iyice arttığı anlaşılıyordu. Dick Cheney, Başbakan Abdullah Gül’ü telefonla arayarak ilettiği “kararı Meclis tatile girmeden bayramdan önce çıkarın” uyarısına olumlu cevap alamadıysa da, Türkiye’de bir hareketlilik başlamıştı. Yine de Hükümet, silah denetçilerinin 14 Şubat’ta açıklanacak raporunu beklemeyi ve uluslararası hukukun gereklerinin yerine gelmesini gerekçe göstererek tezkereyi iki parçaya ayırmayı başardı. 6 Şubat’ta TBMM, “Türkiye’deki askeri üs ve tesisler ile limanlarda gerekli yenileştirme, geliştirme, inşaat ve tevsi çalışmaları ile altyapı faaliyetlerinde bulunmak amacıyla ABD’ye mensup teknik ve askeri personelin 3 ay süreyle Türkiye’de bulunmasına, bununla ilgili gerekli düzenlemelerin hükümet tarafından yapılmasına” olanak sağlayan ilk parçayı kabul etti. Başbakan Gül Türkiye’nin Irak konusunda stratejik ortağı ABD’nin yanında yer alacağını ve Hükümet tezkeresinin gerekçesini kamuoyuna; “Biz savaşa girmiyoruz tedbir alıyoruz. Artık bizden kabahat gitti. Türkiye barış konusunda yapacağı her şeyi yaptı; bundan sonra kendi çıkarları doğrultusunda hareket edecektir. Artık bize niye savaşa girdiniz diye değil, niçin Türkiye’nin çıkarlarını korumadınız diye sorarlar.” sözleriyle açıklıyordu.
ABD, BM’den kendi istekleri doğrultusunda bir karar çıkarmak için bütün yolları deniyordu. Öncesinden, medyada yapılan reklamlarla dünyanın nefesini tutarak beklemesi sağlanan Powell’in 5 Şubat’ta Güvenlik Konseyi’ne sunduğu “çürütülemez ve inkar edilemez” kanıtlar, uydu fotoğrafları ve telefon görüşmelerine dayanan kurgusal varsayımlardan ibaret kalınca, Konsey üyelerinin düşüncelerini değiştirmeye yetmedi. 14 Şubat BM Güvenlik Konseyi’ne Irak’taki denetimleriyle ilgili raporlarını sunan BM silah denetçileri şefi Hans Blix, yaptıkları 400’den fazla denetimde Irak’ta kitle imha silahı bulunmadığını, Iraklıların denetçilerin gidecekleri yerleri önceden bildiklerine dair bir kanıt olmadığını, Powell’ın 5 Şubat’ta BM Güvenlik Konseyi’ne Irak’taki bir silah tesisindeki faaliyetle ilgili kanıt olarak sunduğu fotoğraflarda görüntülenenin, yasaklanmış silah faaliyetleri değil, olağan faaliyetler olabileceğini söyleyince ortalık karıştı. Amerikalı ve İngiliz yetkililer raporu sert bir dille eleştirerek Irak’ın uluslararası toplumu yanıltmak için kurnazca oyunlara başvurduğunu ileri sürdüler. Ayrıca, yakın bir gelecekte, BM 1441 sayılı kararında öngörüldüğü gibi, Irak için olası ağır sonuçların gerçekleşmesine hazır olunması tehdidinde bulundular.
Tezkere için yoğunlaşan baskılar Türkiye’de her seviyedeki yetkiliyi iyice bunaltmıştı. Şubat ayına gelindiğinde bölgedeki asker sayısını 230.000’e ulaştırmış olan ABD, bir taraftan da ilk tezkereye dayanarak Mersin ve İskenderun limanlarına sürekli askeri malzeme yığıyor, Türkiye’nin güney sınırı boyunca 9 stratejik bölgede yeni askeri üsler kurmaya hazırlanıyor, diplomatik baskılarını fiili durum yaratmaya yönelik hareketlerle takviye ediyordu. Buna rağmen gerek siyasi, gerek askeri ve gerekse de bürokratik çevrelerde bu baskılar ikna edici olamıyor, Türkiye ABD planlarına sıcak bakmıyordu. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunabilmesi için bunun uluslararası hukukun meşru saydığı bir durumda olması gerektiğini, bunun için de 1441 sayılı Güvenlik Konseyi kararı dışında yeni bir kararın olması gerektiğini ifade ederek BM kararı olmadan ABD’ye yeşil ışık yakılmaması yönünde görüş bildirdi. Genelkurmay’ın ve Dışişleri’nin de tavrı bu çerçevedeydi.
Krizin tırmanışa geçtiği bir sırada ABD’ye giden Hükümetin iki üyesi, Devlet Bakanı Babacan ve Dışişleri Bakanı Yakış olağanüstü bir ilgiyle karşılaştılar. Önce Powell sonra da bizzat Bush ile görüşen bakanlara, 18 Şubat’ın Amerika için son tarih olduğu, tezkerenin mutlaka geçmesi gerektiği iletildi. Bush ve Genelkurmay Başkanı Myers, “Askerlerimiz yolda, onları bir yere indirmemiz lazım. Eğer Türkiye bu izni vermeyecek olursa, başka bir plan yapmak, alternatif bir yol denemek zorundayız” diyerek uyarının dozunu artırdı. Bush’un diplomasi sınırlarını bırakın, görgü kurallarını bile hiçe sayarcasına bakanlara; “Beyler burada at pazarlığı yapmayalım, Meclis’e dönün ve tezkereyi çıkarın” dediğine ilişkin haberler basında yer aldı. Aynı anda Türkiye’deki bazı çevreler de “ABD (B) planını uygulayacak, Türkiye kaybedecek” feryatlarıyla propagandaya başladı. Bu arada Hükümet, ABD yönetimiyle uzun bir müzakere maratonuna devam ediyordu. Ankara, 1991 savaşından edindiği tecrübelerle, öncelikle sorunu çatışmaya dönüşmeden çözmeye çalışıyor, ama bütün iyiniyetine rağmen savaş çıkması durumunda doğacak maddi ve insani zararlarının karşılanmasını, bölgede yapının Türkiye’nin hayati çıkarlarını tehdit edecek bir hal almasını önleyecek tedbirlerin alınmasını, Irak’ın toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını yok edecek ve böylelikle hem istikrarı bozacak hem de yeni oldu-bittilere emsal teşkil edecek adımların atılmamasını, ekonomik kaynakların sömürgecilik dönemi anlayışıyla kullanılmamasını ve en önemlisi Türkiye’yi ABD’nin kuyruğunda oradan oraya savrulan bir aktör haline getirerek silikleştirecek, bölgedeki tarihsel, kültürel, ekonomik, askeri ve siyasal ağırlığını yok edecek gelişmelerin önlenmesini garanti altına almaya yönelik bir strateji izliyordu. Gelişmelere ve baskılara göre zaman zaman bilinçli, ama bazen de refleksif tepkilerle konum değişiklikleri oluyor, siyasi otoritede gel-gitler hissediliyordu. Hükümetin bu baskılar altında yaşadığı ikilemi, Tayyip Erdoğan’ın 18 Şubat’ta yaptığı grup konuşmasında hissetmek mümkündü. Erdoğan; “Bu noktada popülizm şüphesiz en tehlikeli unsurdur. Duygularımız ise bize aittir ve düşüncelerimizden bağımsız değildir. Kuşkusuz hiçbirimiz popülizme teslim olmayacağız. Komşuda yangın çıkmışsa bu duruma bigane kalamayız. Öncelikle yangının bizim evimize sıçramamasını, sonra da komşudaki yangının biran önce söndürülmesini veya maazallah yangın komşu evini yakacak-yıkacaksa bu yangında kaç can kurtarabileceğimizi doğru hesaplamaya mecburuz. Ya sürecin dışında kalacak, tarihin seyircileri olacaksınız ya da tarihin bizzat şekillenmesinde, metnin yazılmasında aktif rol oynayacaksınız” diyerek bir taraftan ABD’ye olumlu mesajlar verirken diğer taraftan aynı konuşmasında ABD’nin “18 Şubat’ta tezkere çıkmazsa sonuçlarına katlanırsınız” restine “ Washington’a desteğimizin bir anlamı varsa, ABD de hassasiyetlerimizi dikkate alsın. İlk tezkereyle dönülmez bir yola girmedik, kimseye söz vermedik” restiyle karşılık veriyordu.
Müzakerelerde ABD, Türkiye’ye talep ettiği güvenceleri vermekten kaçındı. Bu tavırda, Türkiye’nin bir süredir dış politikasını neredeyse tamamen ABD ile arasındaki stratejik ortaklık çerçevesine oturtmuş olması kadar, içinde bulunduğu zor ekonomik şartlarda ve sınırlarında oluşabilecek Kürt devletinin yol açabileceği muhtemel sıkıntılar karşısında fazla bir direnme gösteremeyeceği varsayımı da rol oynamıştı. Bizzat Morton Abramowitz’in ifadeleriyle, ABD Türkiye’den daha kendisi savaşa gitme iradesini açıklamamışken belli şeyler yapmasını istiyor ama önceden kendisini bağlayıcı sözler vermeye yanaşmıyordu. Bu durumda BM kararı da olmadan iş bitecek ve sonrasında Türkiye ABD ile başbaşa kalacaktı. Bazı gazeteler ve köşe yazarları, –muhtemelen ABD yönetiminin isteğiyle– yürütülen müzakereleri küçümsemek amacıyla “at pazarlığı-halı pazarlığı” benzetmeleri yapıyor, Türkiye ile ilgili yakışıksız karikatürler yayımlanıyor, pazarlık sadece para üzerine yapılmamasına rağmen ABD basını bilerek ve isteyerek bunu sadece paraya indirgemeye çalışıyor, Türkiye’deki bazı çevreler de buna katılıyordu. Psikolojik baskı çabaları bununla da sınırlı kalmadı. Tezkerenin oylanması yaklaştıkça Amerikalı en üst düzey ağızlardan, açık veya örtülü şu mesaj gelmeye başladı; “Biz Irak’ı her halükarda vuracağız. Tezkereyi geçirmezseniz Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurdurup başınıza bela ederiz. Musul-Kerkük petrolü Kürtlere geçer, Türkmenlere hayat hakkı tanınmaz, PKK terörü hortlar. İMF desteğini çekeriz, dış kredi bulamazsınız, borçlarınızı ödeyemezsiniz, ekonominiz batar. AB üyeliğinize destek vermeyiz, Kıbrıs aleyhinize sonuçlanır, Ermeni sorunu gündeme gelir, tecrit olursunuz. Tezkere geçmezse, son pişmanlık fayda vermez, aradığınızda telefonlarımız meşgul çalar”. Bu ortamda Türkiye Büyük Millet Meclisi, adına yaraşır bir tavırla 1 Mart günü yaptığı oylamada, ABD askerlerinin Türkiye topraklarından geçerek Irak’a girişini sağlayacak tezkereye geçit vermedi. Bunun ardından, koalisyon içinde yer alanlarda da, savaş karşıtı cephede de bir şok yaşandı. Dış basında kısa süre önce yayımlanan Türkiye’yi küçük düşürücü karikatürlerin yerini ABD ile dalga geçen karikatürler aldı. Türkiye’de de, bir bardak suda koparılan fırtına boşa çıktı ve ülke bazılarınca sanıldığı gibi batmadı. Bush Yönetimi’ni, Irak’a karşı, modern tarihte görülmemiş bir eyleme girişmek üzere olmakla suçlayan ABD’nin Nobel Barış Ödüllü eski Başkanı Jimmy Carter, New York Times’ta durumu şöyle özetledi; “Adil savaşın ilkelerine tamamen ters düşen bu eyleme bütün dünya karşı. Türk Hükümeti ABD ile pazarlık yapsa bile demokratik parlamentosu dünya çapındaki endişelere katıldığını ortaya koydu”.
İtirazlar, Tartışmalar
ABD’ye bir darbe de BM’den geldi. BM silah denetçileri başkanı Hans Blix ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Başkanı Muhammed el Baradey’in 7 Mart’ta sundukları rapor, büyük tartışmalara yol açtı. Raporda Irak’ta denetimlerin başarıyla sürdüğü, Irak’ın yeterli olmasa da işbirliği yaptığı, denetimlerin sürmesi gerektiği ama ek süre için (Amerikalıların iddia ettiği gibi) yıllara değil sadece aylara ihtiyaç duyulduğu, Irak’ın nükleer nitelikte sayılabilecek herhangi bir faaliyette bulunmadığı ve Irak’ın yurtdışından uranyum aldığına ilişkin kendilerine ABD ve İngiltere tarafından verilen kanıtların sahte olduğu belirtiliyordu. Bu rapora rağmen ABD ile, Güvenlik Konseyi’ndeki müttefikleri İngiltere, İspanya ve Bulgaristan, Irak’ın BM kararlarına uymadığını savunuyor ve silahsızlanması için Irak’a 17 Mart’a kadar süre veren yeni karar tasarısının kabul edilmesini, karar tasarısında güç kullanımı da dahil yaptırımlara açıkça atıf yapılmasını istiyordu. Fransa, Almanya ve Rusya’nın başını çektiği ikinci grup ise, Irak’ta çalışmalarını sürdüren BM silah denetçilerinin ilerleme sağladıklarına dikkati çekiyor ve bu sürecin herhangi bir son tarih verilmeden devam etmesi gerektiğini belirtiyordu.
BM tarafından yayımlanan bir diğer rapor da yaşanmak üzere olan trajedinin bir başka yönüne işaret ediyordu. Rapor, savaşta beş yüzbin Iraklı çocuğun yaşamını yitirebileceğini, beş milyondan fazla Iraklıya acil yardım ulaştırılması gerekeceğini belirtiyor, 1991 Körfez Savaşı’nın ve on yıldan fazla bir süredir devam eden ekonomik ambargoların, Irak halkı üzerinde yıkıcı etkilere yol açtığına dikkati çekiyordu. Irak’ta çocukların üçte biri yeterince beslenemiyor ve halkın yüzde altmışı, hükümetin karne yoluyla dağıttığı yiyeceklerle yaşam mücadelesi veriyordu. Dolayısıyla savaşta bombalar ve silahlarla ölenden daha fazla sivilin sağlık ve beslenme sorunları yüzünden ölmesi kaçınılmaz olacaktı.
ABD-İngiltere-İspanya koalisyonu, tüm dünya halkları tarafından şiddetle lanetlendi. Şimdiye kadar görülmemiş büyüklükte yaygın ve kitlesel protestolarla dünya kamuoyu, Merkantil dönemin emperyalist lideri İspanya, kolonyal dönemin emperyalist lideri İngiltere ve Dünya Savaşı sonrası dönemin emperyalist lideri ABD’nin suç ortaklığını teşhir etti. İtirazların en önemli nedeni hiç kimsenin Irak’la ilgili iddiaların samimiyetine inanmamasıydı. Tarihi kayıtlara bakıldığında, Saddam yönetiminin “dünya barışına ve insanlığa tehdit” oluşturmaya başlamasının, Irak’ın Amerika’nın Orta Doğu politikaları ile çatışmaya düştükten sonra başladığı açıkça görülüyordu. Geçmişte Irak’ı kimlerin silahlandırdığına, Saddam rejiminin ağır insan hakları ihlallerine ve kimyasal silah kullanarak gerçekleştirdiği kitlesel katliamlara kimlerin seyirci kaldığına ilişkin somut veriler, arşivlerde ve hafızalarda hâlâ canlı bir biçimde duruyordu. Başkan Bush’un, Irak’ta kitlesel imha silahları bulunduğuna dair elinde ne gibi bir delil bulunduğunu soran dünyaya; “Kesin bir delil var, faturalar elimizde!” şeklinde cevap verdiğine dair şaka İnternette hızla yayılırken aslında bu traji-komik gerçeği hatırlatıyordu. Dolayısıyla, ABD, İngiltere ve İspanya da dahil dünyanın hiçbir yerinde halklar bu kurgulanmış senaryoya itibar etmediler.
Gerek İngiltere Başbakanı Tony Blair gerek de Dışişleri Bakanı Jack Straw, Ocak başına kadar savaş olasılığının sanıldığından çok daha az olduğunu ve BM kararı olmadan Irak’a yapılacak tek taraflı bir müdahalenin doğru olmayacağını savunuyordular ise de sonradan, kabineden ve İşçi Partisi’nden tepki istifaları pahasına Bush’un yanında yer aldılar.
Savaş: Başladı ve Bitti
20 Mart sabaha karşı, Saddam Hüseyin ve üst düzey yetkililerin bulunduğu yerin Irak yönetimindeki bir muhbir tarafından bildirilmesi üzerine bombardıman başladı. Koalisyon güçleri saldırılarına “Dehşet ve Şok Operasyonu” adını vermişlerdi. Gerçekten de savaş sırasında tarafsız basın yayın organlarına yansıyan görüntüler bütün dünyayı dehşete düşürmeye ve insanın insana yöneltebileceği vahşetin sınırının olmadığını ispatlayarak şok etmeye yetti. Yıkıntıların altındaki masum siviller, kolu-bacağı kopmuş çocuklar, hastanelerde ilaçsızlık ve imkansızlık nedeniyle can çekişerek ölen bebeklerin başında feryat eden ana-babalar, bütün ailesini kaybeden yaşlılar, aşağılanan tutuklular, yağmalanan kültür, yok edilen tarih…
Başlangıçta haftalarca Kuveyt sınırındaki Ummu Kasr ve Basra önlerinde çaresizce bekleyen ve hiçbir yerleşim bölgesinde kontrolü ele geçiremeden bomboş çöllerde ilerlemek zorunda kalan ittifak güçlerinin durumu herkesi şaşırttı. Saldırganlar, on yıldır silahsızlandırılan ve Saddam yönetiminin zulmüne maruz kalmış olduğundan dolayı potansiyel işbirlikçi olacağını varsaydıkları Şiilerden şiddetli bir direnç gördüler. Hiç hesapta olmayan ciddi sayılabilecek kayıplar vermeye başladılar. Arap halkları ve Müslümanlar başta olmak üzere dünya kamuoyu etkili biçimde hareketlenmeye başladı. Tam bu sırada, nasıl olduğu hâlâ anlaşılamayan bir biçimde Bağdat teslim oldu. Savaşın 21’inci günü olan 9 Nisan’da ABD güçleri Bağdat’a girdi. Bir gün önce bombalayarak 3 gazeteciyi öldürdükleri, 10 gazeteciyi yaraladıkları, El-Cezire ve Abu Dabi televizyonları bürosu ile dünya medyasının bulunduğu Filistin Oteli’nin önüne gelen Amerikan askerleri, halktan bir grubun da katılımıyla büyük bir medyatik şov gerçekleştirdiler. Bu arada heykeli yıkılan Saddam Hüseyin, en yakınındaki isimler, 225.000 Cumhuriyet Muhafızı ve 176.000 askeri personel sırra kadem bastı.
Türkiye Savaşa Girmemekle Neleri Kaybetti
ABD’nin niyetini belli ettiği andan itibaren Türkiye’nin de ABD-İngiltere-İspanya koalisyonu ile birlikte hareket etmesini veya en azından Amerikan birliklerinin Türkiye’ye yerleşmesine ve buradan Irak’a girmesine yönelik isteklerin kabul edilmesini sağlamak amacıyla ne mümkünse yapıldı. Türkiye’nin büyük ekonomik kayıplara uğrayacağı, borçların çevrilmesinin mümkün olamayacağı, ciddi bir döviz krizi yaşanacağı, savaştan sonra Irak’taki oldu-bittiler karşısında çaresiz kalınacağı, ABD ile stratejik ortaklık ve müttefiklik ilişkilerinin zarar göreceği, Türkiye’nin dünyadan kopacağı, vb… gibi uzayıp giden analizler yapıldı. Bu görüşleri dillendiren çevreler, ikinci tezkerenin oylaması öncesi siyasilere olumlu mesajlar gönderiyordu. Hatta ABD ile yürütülen müzakereler dolayısıyla kıyasıya eleştirilen Hükümete, “Bir ülkeyi ne zararını karşılamak için yaptığı pazarlıklar, ne de muhtemel siyasi oluşumlar için yaptığı ısrarlı girşimler yıpratır. Bir ülkeyi böyle tarihi bir günde gösterdiği kararsızlık yıpratır” diyerek moral veriyorlardı. ABD liderliğindeki ittifaka karşı çıkmak “üçüncü dünya ütopyası” olarak nitelendirildi. Halbuki Üçüncü Dünyacılık, Türkiye’nin 19’uncu yüzyıldan beri benimsediği Batılılaşma fikrinin tam zıddıydı. Dolayısıyla Batılılaşma yanlısı çevreler -mesela Cumhurbaşkanı, Genelkurmay ve Dışişleri bürokrasisi- evet demeliydi. TBMM tezkereyi kabul etmeyince söz konusu çevreler eleştirilerini suçlama seviyesine çıkardılar. Tezkerenin kabul edilmiş olması durumunda, 40-50 bin Türk askerinin Kuzey Irak’a girme imkanı bulacağını, böylece (Türk bayrağının yakılması, Türkmenlere saldırılması, Kürt grupların kendi başlarına hareket etmesi gibi) olumsuz gelişmelerin önünün alınabileceğini iddia ederek Cumhurbaşkanından Genel Kurmaya, Hükümetten muhalefete herkesi suçlu ilan ettiler. Bazıları, “ülkenin ve bölgenin kaderini ilgilendiren çok önemli kararlar alınacağı zaman artık MGK’nın tavsiyesine güvenmemek gerekiyormuş” diyerek geçmişte çok sevdikleri MGK’yı da suçlular listesine dahil ettiler. Hergün onlarca savunmasız insan ölür ve bir tarih yok edilirken, savaşa karşı çıkmak yerine Türkiye izin vermiş olsaydı savaşın daha kısa süreceğini, daha az insan öleceğini, şehirlerin daha az tahrip edileceğini savundular. Savaş beklenenden kısa sürüp Türkiye de beklentilerinin aksine “batmayınca” bu sefer yönetimin bütün unsurlarıyla ve halkın talepleri doğrultusunda yaptığı tercihin Türkiye’yi Batıdan koparıp totaliter bir Orta Doğu ülkesi haline getirmek için yürüttüğü gizli politikanın parçası olduğuna ilişkin iddialarda bulundular.
Türkiye’nin ABD saflarında savaşmasının sonuçları, sadece, medeniyet ve tarih birikiminin bir kalemde harcanması, insanlığın yüzyıllar boyu sağladığı birikime dayanan uluslararası hukukun hiçe sayılması, Türkiye ve dünya kamuoyunun ezici çoğunlukla ve kesin biçimde karşı olduğu bir konuda demokrasinin gereklerine saygı gösterilmemesi, parlamentoya yansıyan milli iradenin zedelenmesi, Türkiye’nin onurunun karikatürlere konu olacak şekilde kırılmasının ve “at pazarlığı-halı pazarlığı” benzetmelerine konu edilmesinin sineye çekilmesi ile sınırlı değildir. Orta Doğu’ya ve dahası dünya sistemine Amerika tarafından yeni bir düzen verilmeye çalışıldığı aşikardır. Bu yeni dünya projesinin başarılı olacağı varsayımı bir an için kabul edilse bile, topraklarına kalıcı olacağı belli bir biçimde on binlerce ABD askerini kabul eden, onuru dahil herşeyini Amerika’ya endekslemiş, dolayısıyla da geleceğini Amerika’ya ipotek etmiş bir Türkiye’nin bu dünyada nasıl bir yere sahip olacağı meçhuldür. Unutulmamalıdır ki bugün heykelleri yerlerde sürüklenen Saddam Hüseyin, çok uzak olmayan bir geçmişte ABD’nin iyi bir taşeronu iken sonradan bu hale gelmiştir. Şimdi ABD’nin bütün isteklerine kayıtsız-şartsız evet diyenlerin bile yarın ne olacaklarına ilişkin hiçbir garanti olamaz. “Konjonktür”, tarih içinde sürekli dalgalanmalar gösteren bir seyir izlediği için bu şekilde isimlendirilmiştir. Şartlar bazen bir millet için çok olumsuz hale gelebilir. Tarihte nesne olmayı değil özne olmayı tercih eden sahici milletler, konjonktürden bağımsız olarak büyük devlet gibi hareket etmeyi başaranlardır. Türkiye de büyük millet olgunluğu ile hareket etmiştir. ABD koalisyonunun Irak’ta savaşı kazanması bu gerçeği değiştirmez, zira Türkiye ABD’ye Irak veya Saddam için değil kendisi için “Hayır!” demiştir.
Temiz Bir Vicdan
İngiltere’de yayımlanan The Times gazetesinde, “Türkiye bu savaştan çıkarken elinde temiz bir vicdan dışında başka bir şey olmayacak” yorumu yapıldı. Zaten herhalde anlaşılmayan da bu. Bazıları için “temiz bir vicdan” hiçbirşey ifade etmiyor. Hak-hukuk, adalet, medeniyet, tarih, ufuk, vicdan ve özellikle de insaf gibi kavramları herhangi bir ekonomik değeri olmadığı için algılamada güçlük çekenleri en iyi Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi tanımlıyor herhalde.
Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir
Köpektir zevk alan sayyad-ı
bi-insafa hizmetten
(Ancak alçaklardır dünyada
zalime yardım eden
Köpektir zevk alan insafsız avcıya hizmetten)
Paylaş
Tavsiye Et