Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2003) > Türkiye Siyaset > Anayasa elimizde, biz gideriz ormana hey!
Türkiye Siyaset
Anayasa elimizde, biz gideriz ormana hey!
M. İbrahim Turhan
DİĞER birçok toplumsal ve siyasal meselemiz gibi ormanlar konusunda da şizofren-paranoid bir ruh halindeyiz ne yazık ki. Çocukluğumuz bir taraftan; “Kestane, gürgen, palamut / Altı yaprak, üstü bulut / Gel sen burada derdi unut / Orman ne güzel, ne güzel”, diğer taraftan “Baltalar elimizde / Uzun ip belimizde / Biz gideriz ormana hey, ormana” şarkılarıyla geçti. Evimizin önündeki bir karışı, o da olmazsa apartman dairelerimizin içindeki saksılarımızı yeşillendirmek için canımız çıkar; ama binlerce hektarı gözümüzü kırpmadan harcarız.
Kaynak arayışındaki AKP iktidarı, orman vasfını kaybetmiş arazileri satarak 25 milyar dolar gelir sağlamak niyetiyle harekete geçince yine bu bölünmüş toplumsal kişilik zuhur etti. Tartışmalar birbirinden kopuk ve ilişkisiz düzlemlerde yapılınca, konsensüs sağlamak mümkün olmadı. Ama belki de asıl yanlış, sıkıntıların sebebi olan çarpık yapıya kökten bir eleştiri yöneltmek yerine, her seferinde bohçanın sökülen yerlerini yamamaya çalışmak.
 
Gerçekler, Veriler
Orman Bakanlığı’nın açıklamasına göre; Türkiye’de yaklaşık 207 milyar metrekare orman bulunuyor. 31 Aralık 1981 tarihinden önce orman kadastro komisyonlarınca orman vasfını tam olarak kaybettiği belirlenip, orman sınırları dışına çıkarma çalışmasına konu olan ve kesinleşen saha miktarı 31 Aralık 2002 tarihi itibarıyla 473 bin hektarı buluyor. Yani söz konusu olan “2B arazileri” yaklaşık 5 milyar metrekare.
2B, Orman Kanunu’nun 6831 sayılı 2’nci maddesinin B bendi için kullanılan bir kısaltma. Bu tabir, “orman vasfını yitirmiş araziler” için kullanılıyor. Bu arazilerin satılabilmesi için söz konusu maddenin değişmesi gerekli. Ama Anayasa’nın 169’uncu ve 170’inci maddeleri bu değişikliğe engel. Daha önce 1988’de, 1993’te ve 2001’de hazırlanan benzeri düzenlemeler, Anayasa Mahkemesi tarafından hep iptal edildiğinden Hükümet, düzenlemeyi Anayasa değişikliği olarak getirdi. İşte TBMM Genel Kurulu’nda iki kere kabul edilen ama Cumhurbaşkanı Sezer’in her seferinde geri çevirdiği yasa; Anayasa’nın, orman olma vasfını kaybeden ve tekrar ormana dönüştürülmesi mümkün olmayan arazilerin satışına izin vermeyen 169 ve 170. maddelerinin değişmesini öngörüyor. Böylece orman vasfını kaybetmiş arazilerin, orman köylüsü dışındaki üçüncü şahıslara satışına olanak sağlıyor.
 
Değişimin Gücü: İddialar Haksız mı?
Gerek anayasa değişikliğini savunanların, gerekse karşı çıkanların boş konuşmadığı bir gerçek. Her iki tarafın da kendilerine göre sağlam dayanakları var. Önce iddia makamının, yani 2B arazilerinin satışını savunanların görüşlerine kısaca bakalım.
Değişiklikten yana olanların tezlerinden biri gerçekler ile hukukun uyumlu olmaması. Onlara göre “Türkiye’nin en gelişmiş 18 iline gidip baktığınız zaman 4,5 milyar metrekarelik 2B arazisi olduğunu görürsünüz. Buralar zaten orman vasfını kaybetmiş. Bunların üzerinde şehirler, beldeler, resmî konutlar var. Devlet, bunların, doğalgazını, suyunu, elektriğini getirmiş, üzerinden otoyol geçirmiş, altyapısını en mükemmel şekilde yapmış, yani fiilî bir durum var. Bu fiilî durumu yasalaştırmak, devletin üzerine düşen bir vecibe.”
Mevcut durumun yasadışı olduğunu kabul edenlerden de, düzeltme imkanının kalmamış olmasına binaen değişikliği savunanlar var. Görüşlerini; “Mevcut bu durum için alternatifleri düşünelim: (1)Yıllardır işgal ettikleri yerlerde vergi ödemeden yaşayan kişiler o şekilde yaşamaya devam edecek, (2) Buradaki yüz binlerce yapı yıkılacak, (3) Bu arazilerin hepsi işgalcilere satılacak, onlar da vergi ödeyecek. Başka bir alternatif yok. Hükümet kârlı gözüken, etik olup olmadığı tartışılabilecek olan üçüncü alternatifi seçti. 20 küsur yıl önce orman vasfını yitirmiş ve bir daha orman haline gelemeyecek olduğu bilimsel olarak tespit edilmiş arazileri satmak istiyor” şeklinde özetlemek mümkün.
Değişimi savunanlar ormanların satışına kamu yararını sebep göstererek karşı çıkanlara itirazlarını yine aynı gerekçeye dayandırıyorlar. Onlara göre fiilî durumun devamında kamu yararı yok. “Şu anda, buralar işgal altında ve yeni işgal edilmedi. Bu arazilerde 400 binden fazla bina var. Ne kira ödeniyor, ne ecr-i misil veriliyor; hatta birçok yerin ruhsatı yok. Aslında vergi vermeyen, herhangi bir şekilde devlete katkıda bulunmayan bu insanlar bugüne kadar ödüllendirilmişlerdir. Bu düzenlemeyle işgalciler ödüllendirilmeyecek, aksine cezalandırılacaktır.” Bu yaklaşıma göre; binaları yıkarak buraları yeniden ortak kamu yararına açmak mümkün olmadığına göre işgalcilerden işgal ettikleri yerler için para almak, aslında kamu yararını korumak olacak.
Tezlerin en somut olanı, ekonomik şartların ve rasyonalitenin atıl varlıkların değerlendirilmesini ve kaynak teminini zorunlu kılması. Buna göre; Türkiye’nin, son 10 yılda içine düşürüldüğü ve bugün birinci öncelikli meselesi haline gelen iç ve dış borç sarmalından acilen kurtarılması gerekiyor. Bu sorun, ülkenin bağımsızlığını ve güvenliğini tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır. 2B arazilerinin satışından gelecek para tahmin edildiği gibi 25 milyar doları bulmasa bile büyük önem taşıyor. Devletin durumu, elinde nakde çevirebileceği kıymetler olduğu halde iflasa sürüklenen girişimciye benziyor. Atıl duran bütün kaynakların seferber edilmesi şarttır, zira durumumuz ekonomi alanında bir İstiklal Savaşı vermeyi gerektirecek kadar vahim.
İşgalci durumundaki vatandaşların büyük çoğunluğunun aslında mağdur olması, değişikliği savunanların dikkat çektiği insanî boyut. Türkiye’nin son kırk-elli yılında işbaşına gelen kadrolar, kırsal kesimin sorunlarını çözemedikleri gibi zorunlu olarak kentlere yönelen yığınların sorunlarına da köklü çözümler üretemedi. Planlı ve uygar bir kentleşme sağlanamadı. Can emniyeti kalmamış yörelerden kaçmak, geçimini sağlayabilmek, eğitim, sağlık gibi medenî ihtiyaçlarını temin edebilmek, insanca bir hayat sürdürebilmek için başka çaresi kalmadığından şehirlere göç eden insanlar karşılarında muhatap olarak devleti göremediler. Ya kendi imkanlarınca, doğru-yanlış bir barınak edindiler, ya da yasadışı teşekküllerin eline düşüp Hazine arazilerini mafyadan satın aldılar. Yıllardır bu insanları, seçim dönemlerinde oy uğruna sömüren -istisnasız bütün- siyasetçiler, yerel yöneticiler; zamanında, işin daha başında gerekli önlemleri almayan ihmalkar bürokratlar gerçek sorumlulardır.
Konunun siyaset felsefesi yönü de var kuşkusuz. Devletin millete hizmet amaçlı bir örgüt olması ve devlet ile milletin geçmişteki ihtilaflardan kurtulup bundan böyle bütünleşmesinin sağlanması bu bakımdan öne sürülen bir tez. Türkiye’de yasal yapı, önce bütün vatandaşları suçlu duruma düşürecek tarzda akıl dışı bir yasakçılık zihniyetinde kurgulandı. Suçlu duruma düş(ürül)en vatandaşın, devlet karşısında daima ezik ve suçluluk psikolojisi içinde sessiz kalması temin edildi. Devletin milletle olan ihtilaflarının çözülmemesi, Türkiye’de halkın kamu düzenini bir türlü sahiplenmemesine ve dolayısıyla korumamasına yol açtı. Vergi Barışı, Topluma Kazandırma Yasası ve 2B gibi düzenlemeler, vatandaşı suçlu durumdan makul bir biçimde ve kamunun yararına olacak tarzda kurtaracak. Böylece Türkiye’de sosyal barış ve dolayısıyla vatandaşlık bilincinin gelişmesi sağlanacak. Halk kamusal düzeni benimseyecek ve bundan böyle sahip çıkarak koruyacak.
 
Hukuk Zedelenmesin, Ormanlarla Birlikte Siyasetin Alanı da Daraltılmasın!
Anayasa değişikliğine yöneltilen hukukî ve ekolojik itirazlar bir hayli kuvvetli. Hukuk ve çevre bilinci penceresinden bakıldığında itiraz edilemeyecek gerçekliklere dayanıyor. Bu tezi savunanlara göre; orman niteliğini tümüyle kaybetmiş ve orman sınırları dışına çıkarılmış yerlerin satışı, sorumluların ödüllendirilmesi anlamı taşıyor. İstanbul’un Sultanbeyli ve Çavuşbaşı; Kocaeli’nin Gebze; Antalya’nın Kepez; Bursa’nın Sanayi Sitesi gibi bölgelerdeki ormanların, zaten geçmişteki buna benzer uygulamalardan, aflardan, görmezden gelmelerden cesaret alınarak yok edildiği ve işgal edilerek yapılaştırıldığı bir sır değil. Devlet (merkezî idare ve yerel yönetimler) kamu imkanlarını bu bölgelere götürerek işgale destek oldu. Yerel yönetim seçimlerinden önce adaylar; “kimse bana ‘gecekonduları yıkacağım’ dedirtemez” demekten çekinmedi. Orman Yasası’nın açıkça suç saydığı eylemleri gerçekleştirenlere, bugüne kadar ceza yaptırımları aynı mantıkla uygulanmadı.
Bu şekilde ormanlık alanların tahribine yönelik eylemlere hukukî (hem de anayasal) dayanak kazandırılması, ormanların tahrip ve yağmasına süreklilik kazandıracak. Ülkemizde ormanların yok edilip yerlerinin tarım alanı ve yerleşim bölgelerine dönüştürülmesi olup bitmiş ya da durmuş bir süreç değil. İleride ormansızlaştırılarak tarım yapılan veya yerleşilen arazilerin de aynı gerekçelerle işgalcilere satılması, ya da kiralanması istekleri gündeme geldiğinde buna “hayır” demenin makul ve hukukî bir gerekçesi kalmaz. İşbaşına gelen her yönetim, “kendi ‘beyaz’ sayfasını açmak istedi. Bundan sonra bunun tekrarlanmayacağının güvencesi var mı?
Üstelik bu arazilerin para karşılığında da olsa işgalcilere verilmesi ve kiralanması bu işgalcilerin sadece paralı olanlarının affedilmesi anlamına gelecek. 1980’li ve 90’lı yıllarda, orman arazilerinin 3 milyar metrekareyi bulan ölçüde daraltılmasıyla sonuçlanan “orman sınırları dışına çıkarılmış yerlerin hak sahibi orman köylülerine satılması” uygulamalarının yoksul orman köylülerinden çok ilgili yörelerdeki çıkarcılara yaradığı biliniyor. Şimdiye kadar benzeri uygulamalar; orman idareleri ile yöre halkı arasında da, halkın kendi içinde de yeni ve daha yoğun anlaşmazlıklara yol açtı. Ormanın kıyısındaki milyonlarca dolarlık villası için metrekare başına 500 doları bile ödemeye hazır ‘zengin işgalci’ affedilirken, belki de 20 yıldır oturduğu gecekondusu veya işlediği tarlası için değil 5 dolar, 5 sent bile veremeyecek olan ‘yoksul işgalci’ affedilmeyecek. Tabii para veremeyenlerin durumunun ne olacağı da meçhul.
Değişikliğe itiraz edenler, hortumcularla işgalciler arasındaki benzerliğe de dikkat çekiyor. Bu teze göre devletin Yahya Demirel veya Uzanlar gibi hortumculuk iddiasıyla ceza kovuşturmasına uğrayanlara da işgalcilere tanıdığı hakkı tanımamasının hiçbir gerekçesi yok. Bir kere; “Fiilî durum var, sorunun kökleri geçmişe dayanıyor, kamu zaten zarara uğramış, bari kurtarabileceğimiz kadar parayı kurtarıp işi tatlıya bağlayalım” derseniz bunun sonu yok. Aynı mantıkla Uzanlar ile pazarlık yapmamanın gerekçesi nedir? Devletin görevi suçların işlenmemesini sağlamak ve buna rağmen suç işlenirse cezalandırmak değil mi?
Tıpkı iddia makamı gibi savunmanın da siyaset felsefesine ilişkin görüşleri var. Suç işleyerek ormandan yer elde etmiş kişi ya da kurumların bu yolla ödüllendirilmesinin, ormana zarar vermeyen, hukuka ve yasalara saygılı insanların vicdanını yaralaması ve güvenini sarsması işin bu yönüyle ilgili. Devletle milleti barıştırmak, demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne saygınlık kazandırmak, toplumsal ve siyasal bir restorasyonu gerçekleştirmek isteyenlerin öncelikli hedefi hukukun saygınlığına halel getirecek uygulamaları sona erdirmek olmalı. Bu ise ancak, hukuka bağlı insanların vicdanını ve güvenini sarsacak düzenlemelerden uzak durarak olur. Yine bu bağlamda temiz siyasetin alanını genişletmek de şart. Bunun için ise siyaseti, tanımlanmış ekonomi politikaları dışında rant dağıtma ve haksız kazançları meşrulaştırma aracı olmaktan beri kılmak gerekiyor. Halbuki bu arazilerin önemli bir kısmındaki yapılaşma; organize suç ilişkileri, hukuka aykırı ilişkiler, kamu görevinin kötüye kullanılması ve nüfuz suiistimali yoluyla ormanların talan edilmesi ve yağmalanması suretiyle oluştu. Talan edilen orman arazileri kaçak yapılaşmaya konu olduğu, bir kısmında gecekondu şehirler kurulduğu gibi, bazı yerlerde de değeri milyon dolarlarla ifade edilen villalardan müteşekkil siteler boy gösterdi. Mafya adı verilen yasadışı teşekküller, gayri kanunî ve gayri ahlakî rantların oluştuğu böyle zeminlerde filizlenip faaliyet gösteriyor. Bu ise hukuku zaafa uğratan bir durum.
 
Ormanlar Gerçekte Niye Satılacak?
İşte konunun bam teli bu. Herkesin bildiği gibi asıl mesele gelir elde etmek. Siyasî otoritenin eli-kolu, İMF programlarıyla bağlı. Yüksek reel faizlerle şişen borç sorunu hükümetin başının üstünde “Demokles’in kılıcı” gibi duruyor. Kendilerini iktidara getiren esas amilin, son beş yılı siyasî ve toplumsal olduğu kadar ekonomik sıkıntı içinde geçirmekten bunalan toplumsal öfke olduğunun bilincinde olan AKP Hükümeti, bu birikimi sakin biçimde azaltmak için harcama yapmak zorunda. Ama gidecek yer kalmamış. Bu ruh hali içinde ve geçmişin “kaynak paketleri” tecrübesinin ışığı altında haklı olarak alternatif çözüm arayışlarına giriliyor. Akla ilk gelen de tabii kamu varlıklarının satışı (özelleştirilmesi değil!) oluyor. Bu reflekste, neoliberal şartlandırılmanın etkisi de inkar edilemeyecek ölçüde.
Esasen; “Buralar zaten orman vasfını kaybetmiş, işgalciden kaynak sağlayacağız. Yaptığı yanına mı kalsın?” mantığını anlayabilmek mümkün değil. “Zaten işgal edilmiş, bari parasını kurtaralım; zaten vergi kaçırılıyor, ne kadarını kurtarsak kârdır; zaten kaçakçılık var, ithalatı serbest bırakalım; zaten kumar oynanıyor, yasallaştırıp vergi alalım” mantığı böyle sürüp gidiyor. Her şeyi önce para olarak algılayan ve haklılığı parasal gerekçeler üzerine bina eden anlayış, giderek yasadışılığın önemli bir gelir kapısı olmasıyla sonuçlanıyor. Köşe dönmeciliğin beslediği ‘yapanın yanına kâr kalması’ felsefesi, giderek toplumsal bir yozlaşmaya dönüşüp ahlakî değerleri aşındırıyor. Bu anlayış toplumsallaştıkça içine düşülen kısır döngü, yarattığı yeni ‘fiilî durumlar’ı meşrulaştırarak ahlaksızlaşma çemberine geri besleme sağlıyor.
Peki çözüm ne? Değişikliği savunan ve yukarıda bahsedilen toplumsal, insanî ve rasyonel iddialar büsbütün haksız olmadığına göre bu açmazdan nasıl çıkılabilir? Tabii asıl meseleyi hallederek. Klasik Türk filmlerinde, kötü yola düşürülmek istenen kişiler önce borçlandırılır, sonra varları-yokları (hatta namusları) ellerinden alınırdı. Seyircilerin aklına ‘keşke satacak birkaç şeyi daha olsa’ çözümü gelmezdi. Yapılması gereken ‘kötü adamın elinden kurtulmak için onurunu koruyarak mücadele etmek’ olurdu hep. Devleti ve toplumu içinden çıkılmaz bir cendereye sokup, bir bağı İMF, bir bağı da rantiye olan deli gömleğine hapsederek onun debelenmesini seyredenlere temelden bir eleştiri getirmek şart. Bu bozuk işleyişi alternatifsiz gören zihniyetle hesaplaşarak başlayabiliriz. Zira; halkımıza, ormanları tahrip etmeden insanca ve kendi medeniyetinin estetik değerlerine uygun şehirler inşa etmemizin önündeki engel, bütçe kısıtlarından önce esir alınmış zihinlerimizdir.

Paylaş Tavsiye Et
Türkiye Siyaset
DİĞER YAZILAR