ÇAĞLAR boyu birçok medeniyete ev sahipliği yapmış toprakları kontrol eden Irak’ın nüfus yapısı oldukça kozmopolit bir özellik arz etmektedir. Bu etnik zenginlik bir güç kaynağı olma potansiyeline sahipken, bölgenin tarihi incelendiğinde bunun, tersine çeşitli sorunlara yol açtığı görülmektedir. Sorunun kaynağında, Irak nüfusunun etnik ve dini kompozisyonunu oluşturan unsurların devlet yönetiminde ve çeşitli istihdam alanlarında tam olarak temsil edilememesi yatmaktadır. Devletin kuruluşundan bugüne kadar, nüfusun yaklaşık %30’unu oluşturan Sünni Araplar ülke yönetimini büyük ölçüde kontrol etmiştir. En büyük grup olan Şii Araplar, daha çok ülkenin güney kesimlerinde yaşamaktadır. Kuzeyde de Kürt ve Türkmen gruplar yoğunluktadır. Sünni Araplardan sonra en büyük grup olan Şii Araplar ve de Kürtler, yönetim için her zaman sorun olmuştur.
Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan Şiilerin parlamentoda ve hükümette temsili her zaman sınırlı olmuştur. Örneğin, 1921 ile 1937 yılları arasında kabine üyelerinin sadece %24’ü Şiilerden oluşmuştur. Şiiler sadece 1947 ile 1958 yılları arasındaki dönemde eskisine oranla daha iyi temsil edilmişlerdir. Baas iktidarı sırasında ise Şiilerin hükümette temsili daha da azalmıştır. Bu nedenle Irak, tarihi boyunca birçok Şii ayaklanmasına şahit olmuş, bu ayaklanmalar çeşitli siyasi amaçlar için kullanılmış, fakat başarılı olamayarak mevcut iktidar tarafından bastırılmıştır. Mart 1935’teki ayaklanma sırasında bir Şii manifesto yayımlanmış ve temsilde eşitsizlik konusundaki rahatsızlık şu şekilde vurgulanmıştır:
“Kuruluşundan bu güne kadar Irak hükümeti, halkının isteklerine uymayan anlamsız bir politika izlemiş; mezhepler arasında ayrımcılık yapmış, Şii çoğunluğu temsil için kabinede sadece bir veya iki bakan bulundurmuştur. Aynı politika memurların ve parlamento üyelerinin belirlenmesinde de uygulanmıştır. Halkın güvenini kazanmak, güvenlik duygusunu tatmin etmek ve her türlü ayrımcılığa son vermek isteniyorsa bunun yolu, vergi ödemede ve askerlik görevini yerine getirmede söz konusu olan eşitliğin, oranlara uygun şekilde kabinede, parlamentoda ve memuriyetlerde temsil edilmesinden geçer.”
Irak’ta nüfusun %70’ini kapsayan; Şii, Kürt, Yezidi, Türkmen ve diğer grupların iktidara yönelttiği eleştiriler bunlarla da sınırlı değildir. 1935’lerde, Irak’ı Orta Doğu’da önemli bir güç haline getirmek isteyen hükümetin zorunlu askerlik uygulamasını başlatması Şii ve Yezidilerin bir kez daha tepkisini çekti. Kabile ve cemaat bağlarının kuvvetli olduğu ve ortak bir vatandaşlık bilincinin yerleştirilemediği ülkede, bu gruplar hükümete bağlı kaldıklarını ve vergilerini de ödediklerini belirterek kendilerinden daha fazlasının istenmesinin haksızlık olduğu iddiasıyla yönetime karşı isyan ettiler.
Şiilerin Bağdat yönetimi ile ilgili sorunlarının çeşitli sebepleri vardı. Yönetimin Sünni ağırlıklı olmasının yanı sıra, hükümetlerin uyguladığı politikalar da Şiilerin muhalefetine yol açtı. 1968 sonrasında iktidarda olan Baas partisinin sahip olduğu ideolojik formasyon, dini liderlerin etkili olduğu Şii toplumunda çeşitli rahatsızlıklara sebep oldu. Şiilerce önemli sayılan merkezlerden olan Necef, Kerbela gibi şehirlerdeki Şii dini liderler Baas partisinin seküler, milliyetçi politikalarına muhalefet ettiler. Bu durum Irak yönetimine karşı ayaklanmaları besleyen önemli bir faktördü. 1974 yılında Irak yönetimine karşı ciddi bir ayaklanma oldu. Aşura matemi sırasında başlayan olaylarda yüzlerce kişi gözaltına alındı. Bu isyan sonrasında Şii ileri gelenlerinden beş kişi idam edildi. 1977 yılında meydana gelen protesto eylemlerine ise 20 bin kişi katıldı ve devletin tepkisi yine sert oldu; 5’i dini lider 20 kişi idam edildi.
Bölgedeki Şii nüfusun ve özellikle dini liderlerin İran’la olan ilişkisi ise Irak hükümetleri için ayrı bir endişe kaynağıydı. Uzun yıllar Irak’ta sürgünde yaşayan Ayetullah Humeyni, İran Şahı’nın isteği üzerine 1978 yılında Irak’tan sınır dışı edildi. Irak’taki Şii nüfus ile Baas yönetiminin sorunları, 1979 İran Devrimi’nden sonra daha da karmaşıklaştı. Devrim sonrasında İran yönetiminin Iraklı Şiilere, rejimlerine karşı isyan etmeleri ve onu devirmeleri yönünde yaptığı çağrılar, Baas yönetiminin Şiilere karşı politikasını daha da sertleştirdi ve yeni tutuklamalar ile sınır dışı etmelere sebep oldu. 1980 Nisan’ında Irak Şiilerinin önde gelenlerinden Ayetullah es-Sadr’ın idam edilmesi Şii muhalefet için ciddi bir darbe oldu. Kitlesel sürgünlerin en büyüğü ise 1980 yılının yazında yaşandı. O tarihte, 20 bin İran kökenli Şii Irak’tan kovuldu.
Şiilerin Irak rejimine muhalefetlerinin dini boyutunun yanında ekonomik boyutu da önemlidir. Ülkenin güney kesimlerinde yaşayan Şiiler büyük oranda tarımla uğraşıyorlardı. Tarımdan elde edilen gelirin sınırlı olmasının yanı sıra 1980 sonrasında yatırımların tarıma değil de, daha çok gelir getiren petrol sanayisine yönlendirilmesi dolayısıyla Şiilerin ekonomik durumu daha da kötüleşti. Çünkü bu insanlar devlet sektöründe sınırlı olarak istihdam imkanı bulabiliyor ve şehirlere göç ettiklerinde de genellikle düşük ücretli işlerde çalışıyorlardı.
Körfez Savaşı sonrasında Irak’taki Şiiler, Muhammed Bakir el Hakim yönetiminde ayaklandılar. Mart 1991’de başlayan ayaklanma aynı dönemlerde kuzeyde Kürtlerin de ayaklanması nedeniyle Irak yönetimini zor durumda bıraktı; ancak merkezi yönetim önce güneyde, sonra da kuzeyde, ayaklanmayı bastırmakta başarılı oldu. Irak yönetimi Kürtlere nazaran Şii ayaklanmasını daha kolay bastırdı. Bu durum Şiilerin; Kürtlerin dış güçlerden gördüğü desteği alamamasıyla alakalıydı. Şii ayaklanmasının dışarıdan destek görememesinin en önemli sebebi, Irak’ın bölünmesi ve güneyde Şii nüfusun yoğun olduğu bölgenin İran’la birleşmesi korkusuydu. Böylesi bir senaryo, bölgede güçlü bir devlet istemeyen büyük güçler için kabul edilemez bir durumdu. Ayaklanmanın başarısızlığı dış faktörler dışında, Şiilerin büyük kısmının Irak Devletine entegre olması, ciddi muhalefet organizasyonlarının dağıtılmış olması ve Irak rejiminin bu ayaklanmaya karşı gösterdiği tepkinin sertliği gibi bir dizi iç faktörle şekillenmişti. Ayaklanmaların bastırılması sırasında Irak’ın kimyasal silah kullandığı iddiası tüm dünyada büyük tepki gördü.
Irak’ta diğer bir azınlık grup olan Yahudiler de yoğun olarak Bağdat’ta yaşamakta ve daha çok ticaretle uğraşmakta idiler. Yahudiler, 1921 yılında İngiliz Yüksek komiseri Sir Percy Cox’a giderek, oluşturulan yeni devletin tebaası olmak yerine İngiliz tebaası olmak istediklerini bildirdiler. İddiaları, ülkenin İngiliz hakimiyetine girdiği ve bu nedenle kendi vatandaşlıklarının da İngilizlere geçtiği şeklindeydi. Talepleri ise, kendileri istemedikçe vatandaşlıklarının İngilizler tarafından değiştirilmemesi ve Irak hükümetine verilmemesi yönündeydi. Cox kişisel garantiler vererek onları ikna etti ve İngiliz hükümetinin herhangi bir yerel tiranlığa izin vermeyeceğini belirtti.
Benzer şekilde Asuri Hıristiyanlar da Irak Devleti kurulurken İngilizlere asker olarak hizmet eden, Musul’da yoğunlaşmış diğer bir gruptu. Yahudiler gibi onlar da İngiltere’nin Irak’taki manda yönetimine son vermesinden duydukları rahatsızlığı dile getirmişlerdi. İngilizlerin onlara karşı cevabı da değişmedi ve yeni şartlar altında Irak’ta yaşamak zorunda olduklarını anladılar.
Irak Devleti tüm bu etnik grupların bir araya gelmesiyle oluşmuş oldukça heterojen bir yapı arz ediyordu. 1930’larda yaygın olan milliyetçi sosyalist düşüncenin etkisiyle bu azınlıkların durumu daha da kötüleşti. 1940’lı yıllar boyunca ve 1950’lilerin başında, özellikle İkinci Dünya Savaşı sebebiyle oluşan boşlukta, bölgede yaşanan yağmalama olaylarında en çok Yahudiler zarar gördü. Çıkan olaylar sebebiyle, aslında ülkeyi terk etmek istemeyen pek çok Yahudi, İsrail’in kurulmasından sonra Siyonistlerin isteğine uygun olarak bu ülkeye göç etti. İsrail’e göçü teşvik etmek isteyen Siyonistler, kendileri ile aynı düşünceyi paylaşmayan pek çok Iraklı Yahudi’yi ikna etmek için diasporadaki yaşamın onlar için artık istenmeyen ve imkansız bir şey olduğu propagandasına başvurdular. Önceleri bu fikre karşı çıkan Iraklı Yahudilerin, yaşanan yağmalama olaylarından sonra zamanla muhalefetleri azaldı. Sonuçta 1951 yılı Mart ayında Iraklı Yahudilerin çoğu İsrail’e göç etmek için başvurdu. Bu durum Irak hükümetinin de işine geldi; zira göç eden bu kişilerin geride kalan malları hazine için iyi bir kaynak görevi görecekti.
Irak’taki diğer önemli bir etnik grup da nüfusun %15-20’sini oluşturan ve ülkenin kuzeyinde yaşayan Kürtlerdi. Irak devletinin kurulduğu ilk yıllarda İstanbul ve diğer bazı Avrupa şehirlerinde eğitim görmüş olanlar milliyetçi duygulara ve bir milliyetçilik anlayışına sahip olsalar da, Kürt nüfusun çoğunluğu kabile bağlarına önem veren bir yapıya sahipti. Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani 1930’lu yılların ilk yarısında Irak’taki Kürt siyasetinin en etkin figürlerinden biri olarak ortaya çıktı. Barzan bölgesinde hükümete karşı çeşitli ayaklanmaları örgütledikten sonra, 1936 yılında Süleymaniye’de bir çeşit göz hapsinde yaşamaya mecbur tutuldu. Burada kaldığı süre içerisinde çeşitli Kürt entelektüellerle bağlantı kurdu ve 1939’da kurulan Hewa (Umut) Partisi’nin temeli bu şekilde atıldı. Bu parti ideolojik olarak oldukça farklı grupların bir araya gelmesiyle oluşan bir partiydi. Diğer bir Kürt partisi olan Irak Komünist Partisi de, 1934 yılında kuruluşundan itibaren Kürt bölgesinde oldukça aktif bir şekilde çalışıyordu. 1941 yılında İngiltere’nin ülkeyi işgal etmesinden sonra Irak’lı yetkililer dikkatlerini güneye yoğunlaştırmışlar ve bu sebeple kuzeydeki Kürt gruplar daha rahat hareket etme imkanı bulmuşlardı. Bu dönemde Barzani Süleymaniye’den kaçarak Barzan’a döndü ve orada bir ayaklanma başlattı. Amacı İngilizlerin desteğini kazanarak Kürt otonomisini elde etmekti. 1943’te patlak veren bu isyan sırasında Molla Mustafa Barzani Sovyetler’le de temasa geçerek 30 Kasım 1943’te Tahran’da Stalin’le görüştü ve ondan Kürt hareketine destek sözü aldı. 1945 yılında eski gücünü toplayan Irak merkezi yönetimi, kuzeydeki otoritesini yeniden sağlamak için bir harekat başlattı. Bu harekat sonrasında Barzani Ekim 1945’te İran’a kaçmak zorunda kaldı ve daha sonra da Sovyetler’e sığındı. İsyan 1946 yılı içerisinde sona erdiğinde Kürtler ağır bir darbe almıştı, öyle ki Irak içerisinde Kürt hareketinin yeniden canlanması 1958 devrimi sonrasına kalacaktı.
Dini ve aşiret kökenli bu Kürt muhalefet hareketlerinin yanı sıra, 1932 sonrasında seküler karakterli bir Kürt entelektüel hareketi başladı. Bu hareket 1946 yılında kurulan Kürdistan Demokratik Partisi’yle kendini ifade imkanı buldu. Herhangi bir aşiret temeli olmayan bu hareket 1958 öncesinde Irak yönetimi için bir sorun teşkil etmedi. İçindeki ayrışmaların ilk olarak 1959’da yaşandığı KDP, 1964 yılında ilk bölünmelere ve farklı düşünen iki grup arasındaki çatışmalara sahne oldu. Taraflar arasındaki tam kopuş, ayaklanmalar sonrasında elde edilen bazı anayasal hakların uygulamasında karşılaşılan sorunlar sonrasında patlak veren 1975’teki Kürt isyanının ardından gerçekleşti. 1975 isyanının, Irak’ın İran’la anlaşarak İran’ın sağladığı desteği kesmesinin ardından kanlı bir şekilde bastırılmasıyla, Kürt muhalefeti ciddi bir darbe yedi; Molla Mustafa Barzani ABD’ye gitmek zorunda kaldı ve orada öldü. KDP’nin liderliğini ondan sonra oğlu Mesut Barzani ele aldı. 1975 isyanının çökmesinin ardından, o dönemde KDP’nin Suriye ve Lübnan temsilcisi olan Celal Talabani de 1976 yılında kendi partisi olarak Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni kurdu.
Bundan sonraki süreçte iki taraf arasındaki mücadele devam etti; bu mücadelenin sertleştiği dönemlerde taraflar birbirlerine karşı komşu ülkelerden yardım istemekten kaçınmadılar. Taraflardan biri olan KDP daha feodal kökenli, geleneksel bir yapı gösterirken, Kürt mücadelesinin tarihi liderliğini de kendisinin gerçekleştirdiğini iddia etti. Yurtseverler Birliği ise daha ilerici, eğitimli, şehir kökenli bir hareket oldu. Birinci Körfez Savaşı sonrasında Irak’ın kuzeyinde oluşan otorite boşluğu bu muhalefet gruplarına oldukça rahat hareket etme imkanı verdi.
Irak’taki bir diğer etnik grup olan Türkmenler ise yoğun olarak Kerkük ve Musul bölgesinde yaşayan, Kürtlere göre daha eğitimli ve şehirli bir grubu oluştururlar. Türkiye ile Irak arasındaki sınırı belirleyen ve 1926’da gerçekleşen Ankara Anlaşması’nda Irak’ta yaşayan Türkmenlerin haklarının korunması yönünde bir maddenin olmaması, daha sonra Türk kamuoyunda eleştirilere sebep oldu. 1958 darbesinden sonra uygulamaya konulan geçici anayasa ile günde yarım saat Türkçe radyo yayını yapma ve dergi çıkarma gibi haklara kavuşan Türkmenlerin bu hakları çok uzun süreli olmadı. 1959’da, krallık rejimine son veren 14 Temmuz 1958 Irak ihtilalinin birinci yıl dönümü kutlamaları için şehrin ana caddelerinde yürüyüşe hazırlanan Türkmenlere fanatik Kürtlerin ve komünistlerin saldırması sonucunda 33 Türkmen öldürüldü. Olayları durdurmak için bölgeye gönderilen askerler Türkmenleri yurtlarından sürerek evlerini yıktılar. Bağdat’a kaçan Türkmen mülteciler Belediye Başkanının, Türkmen ileri gelenlerinin öldürülmesi ve toplu mezarlara gömülmesi için emir verdiğini söylemişlerdir. Devlet Başkanı Abdülkasım döneminde bu tür baskılara maruz kalan Türkmenler, Arif döneminde daha rahat şartlarda yaşamaya başladılar. 1970 Anayasasıyla çeşitli haklara kavuşan Türkmenlerin durumu 1974 sonrasında yeniden kötüleşmeye başladı ve Saddam’ın uyguladığı asimilasyon planı ile 1980 sonrası oldukça zor koşullar altında yaşamaya başladılar. Merkezi otorite Türkmenlerin yoğun olduğu yerleşim birimlerinin Araplaştırılması politikasına hız vererek Türkmenlerin mülk satabilme iznini Araplarla sınırlandırdı.
Türkmenlerin Irak yönetimi ile olduğu kadar Kürtlerle de çeşitli problemleri oldu. Osmanlı zamanından beri burada yaşayan ve ticaretle uğraşan Türkmenlerin aksine Kürtler bölgede daha dağınık halde yaşıyorlardı ve ekonomik olarak da daha kötü durumdaydılar. Türkmenler komünist fikirlere karşı çıkarken, Kürtler otonom devletlerini kurmak için Sovyetlerin yardımını gerekli görüyorlardı ve bu nedenle komünizme yakındılar. İki grup arasındaki bu ideolojik farklılaşmanın yanı sıra, Kürtlerin, Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı Kerkük şehrini kendi başkentleri olarak sunmaları, 1959 Türkmen katliamının zihinlerdeki izleriyle birleşince ortaya Türkmenleri çok rahatsız eden bir tablo çıkardı. Uzun yıllar Türkmenlerin kendi durumlarını anlatacak ciddi siyasi örgütlenmeler oluşturamamaları da uğradıkları baskıların artmasına zemin hazırladı. 1991 sonrasında kurulan Irak Milli Türkmen Partisi bu topluluğun sesini dış dünyaya duyurmada etkili oldu; Türkiye’nin ve diğer ülkelerin konuya olan ilgisi buna bağlı olarak arttı. Irak’ın geleceği konusunun konuşulduğu platformlarda Türkmenler ancak bu gelişmelerden sonra yer bulabildiler. Ancak yine de, sahip oldukları yaklaşık 1.5 milyonluk nüfusla karşılaştırıldığında, Türkmenlerin Irak’ta temsil açısından hak ettikleri yeri alamadıkları ortadadır.
Paylaş
Tavsiye Et