TOPRAKLARINDA Kudüs başta olmak üzere bir çok kutsal mekanın bulunduğu bir yer olan Filistin 20’nci yüzyılda karmaşık bir sorunlar yumağı haline geldi. Filistin sorununun (temelde İsrail Sorunu’dur) başlangıç noktasını 20’nci yüzyılın başlarına; spesifik olarak da 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’na ve bölgeyi İngilizlerin işgal etmesiyle birlikte, denetiminin Osmanlı Devleti’nden çıkmasına kadar götürebiliriz.
Balfour Deklerasyonu bu sorunun başlamasında bir dönüm noktası oldu. Bu deklerasyon Filistin’de Yahudiler için bir vatan kurulmasını ifade eden kısa bir mektuptu. Son derece basit ve bir paragraflık, kısa bir mektup olan bu deklerasyon daha sonraları Filistin’in tarihini değiştirecek çok önemli mesajlar içermekteydi. Mektubu, zamanın İngiltere Dışişleri Bakanı James Balfour, yine o zamanlar büyük toprak alımlarıyla Filistin’de kolonizasyonun liderliğini üstlenen Baron Edmund de Rothschild’e göndererek “Yahudilerin Filistin’de yurt kurmalarını desteklediğini” ifade etti. Böylelikle de Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi Devleti’nin kurulmasının yolunu açtı. İsrail’in kuruluşunun temel taşı olan bu deklerasyonun ardından; 1920 yılında düzenlenen San Remo Konferansı, daha sonraları da Filistin üzerindeki İngiliz Mandası’nın Milletler Cemiyeti tarafından 24 Temmuz 1922 tarihinde tanınması bu yolda atılan önemli adımlar oldu.
Uluslararası alanda atılan bu adımlar Yahudilerin artan bir şekilde bölgeye göç etmelerine yol açtı. Bütün bu gelişmeler, Yahudileri nerede olurlarsa olsunlar tek bir ulus olarak tanımlayan Siyonist Kongre ve Atlantik ekseninin Avrupa-merkezli uluslararası sisteme karşı ortaya koyduğu Wilson Prensipleri ile meşru kılındı. Gerçekleşen bu göçler ile Filistin’deki Yahudi nüfusu giderek arttı. Böylece, İngiliz Mandası denetiminde İsrail Devleti’nin kuruluşu için gerekli altyapı gerçekleştirilmiş oldu.
Bu altyapının oluşturulmasındaki en önemli ayak, şüphesiz Yahudi nüfusunun artışıdır. Filistin’de Yahudi nüfusunun artışı oldukça hızlı bir şekilde gerçekleşti. 1880’lerde Filistin’de 14.000 civarında olan Yahudi nüfusu 1900’lerin başlarında hızla artarak I. Dünya Savaşı sonrasında üçe katlandı. Manda idaresinin tesisini müteakip 10 yıl içerisinde yaklaşık 100.000 Yahudi göçmen Filistin’e giriş yaptı ve böylelikle bu tarihlerde mevcut olan Yahudi nüfusu %10’lar seviyesinden %17’ye yükseldi. Zamanın belediye sınırları içerisinde kalan Kudüs şehrinde de Yahudi nüfusu hızla artarak %57.8’lik bir rakama ulaştı. Yine 1930 ve 1936 yılları arasında Filistin’deki Yahudi nüfusu 200.000 daha arttı ve 1936’da Yahudi nüfusunun miktarı 400.000’e çıkarak nüfusun %31’ine ulaştı.
Filistin’e gerçekleşen Yahudi göçündeki bu artış bir süre sonra kaçınılmaz bir şekilde iki toplum arasındaki tansiyonun yükselmesine sebep oldu. Gerginlikler ve çatışmalar birbirini izlemeye başladı. Bu gerginlikler 1930’larda Yahudi göçünde meydana gelen büyük artışla birlikte güvenlik alanına kaymaya başladı. Yükselen tansiyonla birlikte Manda idaresinin kontrolü gittikçe zorlaşıyordu. Yahudi göçüne karşı 1936’da gerçekleşen ayaklanmayı müteakip, vekil güç İngiltere, Lord Peel başkanlığında bir komisyon oluşturdu. Bir araya gelmesi imkansız olan Müslüman ve Yahudi ulusal hareketlerinin görüşlerinin eşliğinde Komisyon şu sonuca vardı: “Manda çalışmamaktadır ve kaldırılmalıdır.” Ayrıca, komisyon, Filistin’in bir Arap ve bir Yahudi Devleti arasında taksim edilmesini de önerdi.
Bu öneri Kudüs’e özel bir statü veren ve Filistin’in taksimini öneren ilk plandı. Ancak, meydana gelen gerek politik, gerekse askeri gelişmeler olayın çözümünü II. Dünya Savaşı sonrasına bıraktı. Savaşın sonrasında İngiltere, Filistin’deki anlaşmazlığı çözemeyeceğini belirterek konuyu BM nezdine getirdi.
Sorunun 1947 yılında Birleşmiş Milletler’e aksetmesiyle, bir Filistin Özel Komisyonu kuruldu. Kurulan komisyon Filistin’in Yahudi ve Araplar arasında ikiye bölünmesini, Kudüs’ün ise uluslararası bir statüye kavuşturulmasını önerdi. Ancak öneri, Arap ülkeleri tarafından kabul edilmedi. Göçlerle birlikte bölgenin etnografik yapısına eklenen bu yabancı kitlesel ur, Orta Doğu’nun İslam-merkezli jeopolitiğini sarsmak üzere İsrail Devleti haline dönüştürülüyordu.
Genel Kurul Kararı ile sunulan bu plan, Yahudi Ajansı tarafından kabul edilmekle birlikte, Arap Devletleri ve Arap Yüksek Komitesi sözcüsü tarafından reddedildi. Buna rağmen Yahudiler, 14 Mayıs 1948 yılında İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilan ettiler. İsrail’in kuruluşu ve çatışan taraflar arasındaki derin farklılıklar sonucu, Filistin’de bir savaş çıktı. Yaklaşık 1 yıl süren bu ilk Arap-İsrail Savaşı sonunda Batı Şeria, Ürdün, Gazze Şeridi, Mısır ve kalan topraklar da İsrail tarafından işgal edildi. Bu arada Kudüs’ün doğu tarafı Ürdün’ün, batı tarafı ise İsrail’in denetimi altına girdi. Bu savaşın sonucunda ülke ve de Kudüs şehri de facto olarak bölündü.
16 Kasım 1948’de BM tarafından yönlendirilen mütareke görüşmeleri başladığı dönemde İsrail’in kontrolü altına giren alan, Arap Devleti için planda öngörülen toprakların da bir bölümünü içine almaktaydı. Savaş sırasında birçok Filistinli mülteci durumuna düştü. Örneğin, bu çatışma sonunda yaklaşık 60.000 Filistinli Taksim Kararı’na göre uluslararası hale getirilmesi kabul edilen Batı Kudüs’ü terk etmek zorunda kaldı. Bu arada gelişmeler devam etti ve 1949 yılında İsrail Birleşmiş Milletler’e üye oldu. Bu olay İsrail’in uluslararası platformda bir devlet olarak tanınmasını da tescil ediyordu.
Bu arada BM bünyesinde kurulan bir arabulucu komisyonun çalışmalarıyla Kudüs’ün statüsü, mülteciler ve sınırlar sorununa çözüm bulunmaya çalışıldı. Arabulucu komisyonun Arap ve İsrail taraflarıyla ayrı ayrı yaptığı görüşmelerde her hangi bir sonuca ulaşılamadı. Bu üç sorun günümüzde de Filistin meselesinin temelinde yatan ve çözüm bekleyen noktaları oluşturmaktadır.
1967 yılına kadar bölgede gerginlikler devam etti. 1967 yılında Altı Gün Savaşları olarak adlandırılan ikinci önemli Arap-İsrail Savaşı gerçekleşti. Bu savaş sırasında Arap ittifak orduları İsrail güçleri karşısında dayanamadılar. Arap ordularının yenildiği bu savaş sonrasında sadece Mısır ve Ürdün’ün elinde olan Filistin toprakları değil; aynı zamanda Suriye’ye ait olan Golan tepeleri ile Mısır’ın Sina Yarımadası da İsrail güçlerinin eline geçti.
Arap ordularının yenilmesi ve İsrail’in Filistin ve Arap topraklarını işgal etmesinin ardından toplanan BM Güvenlik Konseyi 22 Kasım 1967 tarihinde 242 sayılı kararı aldı. Bu karar daha sonraki dönemlerde alınan kararlarda kendisine atıfların yapıldığı, konuya ilişkin en önemli Güvenlik Konseyi kararıydı. Kararda bir toprağın savaş yoluyla elde edilemeyeceği ve İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiği vurgulanarak, bölgedeki bütün devletlerin barış içinde yaşayabilecekleri acil ve kalıcı bir barış planının gerekliliğine değinildi. Ayrıca bütün üye devletlerin BM Anayasasını imzalamak suretiyle Anayasanın 2. Maddesine göre hareket etme yükümlülüğüne girdiği vurgulandı.
Filistin’e ilişkin olarak alınan ve diğer kararlarda atıf yapılan ikinci önemli karar 1973 tarihli Yom Kippur Savaşı sonrasında, 22 Ekim 1973 tarihinde BM Güvenlik Konseyi 338 sayılı kararıdır. Bu karar 242 sayılı önergenin uygulanmasına yönelik BM Güvenlik Konseyi kararını içerir.
Çeşitli gerilim ve tansiyonlarla bu süreç 1987 yılına kadar devam etti. 1987 yılında Gazze şeridinde meydana gelen bir olayın ardından İntifada hareketi başladı. 20 yıldır bu topraklarda artarak devam eden İsrail işgali sonucunda yaşanan; medeni özgürlüklerin kısıtlanması, toprakların kamulaştırılması, Yahudi yerleşimcilerin gittikçe daha fazla yayılması gibi sebeplerin Filistin halkında oluşturduğu birikimin dışa vuruşuydu İntifada. Her yaştan ve her kesimden Filistinliler, ekonomik boykot, grevler, toplu gösteriler ve de İsrail askerlerine attıkları taşlarla işgali protesto etmeye başladılar.
Bu arada 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Soğuk Savaş’ın sonuna gelindi. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından yeni bir döneme girildi. Arab-İsrail anlaşmazlığının getirdiği sorunlar yumağını barışçıl yoldan çözmeye yönelik girişimler I. Körfez Savaşı’nın ardından, 1991 yılında Madrid Konferansıyla başlatıldı. Ardından Oslo görüşmeleriyle devam etti. Nihayetinde, 13 Eylül 1994 tarihinde Washington’da İzak Rabin ile Yaser Arafat arasında imzalanan anlaşma ile de ilk bölümü tamamlandı. Washington’da imzalanan ve Wahington Andlaşması olarak da isimlendirilen bu “Filistin Özerklik İlkeleri Deklerasyonu” ile 5 yıl içerisinde Gazze ve Eriha’da Özerk Filistin Devleti kurulması kararlaştırıldı.
Madrid süreci olarak isimlendirilen bu gelişmelerin sonucunda birçok konu çözüme kavuşturulmuş gibi görünmekle birlikte, sorunun asıl temelini oluşturan noktalar çözümsüz bırakıldı. Kudüs’ün nihai statüsü, Filistinli Mülteciler ve Musevi yerleşimciler meseleleri bu sorunlar yumağının en önemli ayağını teşkil eden hususlardı. Bu önemli alanların çözümsüzlüğüyle birlikte 2000 yılında İntifada yeniden başladı. Sorunun çözümüne yönelik girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. Ayrıca, mevcut sorunlara Filistin Devleti’nin geleceği ve sınırlar sorunu da eklendi.
1990 sonrası gelişmeler göz önüne alındığında yeni Yol Haritası’nın da daha önceki önerilerden çok fazla bir fark taşımadığı görülüyor. Özellikle bahsi geçen önemli sorunların çözümünün sonraya bırakılmış olması Yol Haritası’nın geleceği konusunda zihinlerde şüphe oluşturuyor.
Paylaş
Tavsiye Et