TRANSİLVANYA’NIN merkezi Cluj Napoca’da yürürken Macar asıllı arkadaşımın uyarısı ile yol kenarındaki bankların renklerine baktım. Romen bayrağının renkleri olan mavi sarı ve kırmızıya boyanmış banklar, direklerde aynı renklerde süs lambaları ve bayraklar dikkatimi çekti. Macar arkadaşıma göre kentin Romen milliyetçi belediye başkanı Macarlar oturmasın diye bankları bu renklere boyamıştı. Kentteki ilginç mekanlar arasında iki tane de meydan vardı. İlki, önünde at sırtındaki 15’inci yüzyıl Macar Kralı heykeliyle Katolik bir katedralin olduğu, çevresi düzenlenmiş olan kentin geleneksel meydanı; Orta Avrupa mimarisinin bütün karakteristik özelliklerini gösteren güzel binalar ve dükkanlarıyla uyum içinde. Nüfusu üç yüz binin üzerindeki her kentte bulunacak meydanlardan biri. Biraz daha yürüyünce yeni bir meydana çıkılıyor. Yeni bir Romen Ortadoks kilisesi ve daha az estetik ve yeni olan bir heykel. Burası da kentin Romen merkezi, veya belediye başkanının özellikle inşa etmeye çalıştığı meydan. Belediye başkanının bir gazeteci ile yaptığı röportajda Macarlar için söylediği de oldukça ilginç “Transilvanya’da Macarlar yok, sadece ulusal kimliğini karıştıran 1,4 milyon Romen var.” Öğreniyoruz ki bazen insanlar ulusal kimliklerini, mezheplerini veya dillerini karıştırabiliyor(!)
Balkanlarda etnik azınlıklarla ilgili çok fazla gerilim var. Bazılarında, Transilvanya’da olduğu gibi, fiilen çatışmaya dönmemiş, ama uzun vadede bile gerilim noktası olarak kalmaya devam edecek bir durum söz konusu. Bazen gerilimler kontrol dışına çıkıyor ve “ne olduğunu karıştıranlara karşı” yapılanlar bankları boyayıp bayrak asmanın ötesine geçiyor. II. Dünya Savaşı sırasında bazı Sırpların “mezheplerini karıştırdığı” anlaşılıyor ve bunlar “doğru yoldaki” Hırvatlar tarafından direkt Tanrı’nın yanına, doğruyu bulmaları için gönderiliyor. “Ulusal kimliklerini karıştıran bir kısım Bulgar” Türkçe olan isimlerini zorla değiştirmek zorunda kalabiliyor. Sırplar ve Hırvatlara göre de “doğru yoldan sapan” Müslüman Boşnakların tarumar edilen kentleri Mostar ve Saraybosna’yı gezerken insan soramadan edemiyor: Neden? Tüm bu kanlı iç savaşları, zorla göçleri, mültecileri doğuran sebepler neler?
Azınlık Sorunun Ortaya Çıkışı
I. Dünya Savaşı’ndan sonra çok uluslu imparatorlukların dağılması ve yerlerine ulus devletlerin kurulmasıyla “azınlık” sorunu ortaya çıktı. Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Rus İmparatorlukları içlerinde farklı etnik ve dini toplulukları barındırıyordu. İmparatorluk içinde yer alan topluluklar 19’uncu yüzyılda ve özellikle ikinci yarıda “topluluktan” “uluslaşmaya” hızla geçtiler. Daha önce farklı bir dili konuştukları, farklı bir dine veya mezhebe sahip oldukları için yan yana, ama sakin yaşadıkları diğer topluluklarla daha kesin çizgilerle ayrılmaya başladılar.
Genç ulus-devletlerin önünde iki model vardı. İlki Batılı olan, Fransa ile özdeş; toprak tanımlı olarak yola çıkıp, ortak idealleri paylaşmayı, bayrağı, anayasayı önemseyen ve uzun tarihi şartlar altında gelişen modeldi. Doğu modeli olarak anılan ikincisi de, Reine Irmağı’nın doğusundaki Almanlarla özdeşleşen, aynı atadan gelmeyi, aynı kanı taşımayı, aynı kültüre sahip olmayı önemseyen modeldi. Balkan ulusları ikincisini tercih ettiler. Bu modelin, etnik ve dinsel toplulukların iç içe yaşadığı Balkanlara, sanayileşme ve kentleşmenin de yeterince gelişmeden gelmesiyle, ortaya çok kanlı ve trajik sonlar çıktı. Aynı kandan olan ama aynı mezhepten olmayan, aynı mezhepten olan ama aynı kandan olmayan pek çok topluluğun yaşadığı Balkanlarda coğrafi olarak net tanımlamalar yapıp en pür haliyle ulus-devletler kurmak mümkün olmadığı için pek çok topluluk içeride kaldı. Birçok durumda bir topluluğun fiilen içinde yaşadığı bir devlet ve kendi akraba devleti oldu. (“Kin state” ve “home state”) Yugoslavya içinde kalan Arnavutlar, Yunanistan’da kalan Türkler, Türkiye’de kalan Rumlar, Romanya’da kalan Macarlar vardı artık. Ulusu etnik bazlı tanımlayınca “ötekini” dönüştürmek için uygun bir mekanizma da kalmamış oldu.
Savaşı sonrası ortaya çıkan genç ulus-devletlerle beraber “kendisi gibi doğru yolda olmayanların” ne olacağı sorunu da ortaya çıktı. Bu topluluklar çoğunlukla yeni ulus-devlet tarafından düşmanın beşinci kolu gibi görüldü ve düşmana nasıl davranılması gerekiyorsa öyle davranıldı: Ulus-devlet topraklarını yeniden fethetti, azınlıkların gönüllü veya zorunlu olarak “akraba devlete” gitmesi sağlandı. Türkler ve Yunanlılar karşılıklı olarak, İstanbul ve Batı Trakya dışındaki şehirlerini temizlediler. 19’uncu yüzyıl sonunda Yunanlıların “azınlık” durumunda olduğu Selanik kentinin hikayesi diğer kentler için de örnektir. Kentte Türk, Yahudi, Sabetayist, Yunan ve Bulgarlar gibi büyük grupların dışında pek çok küçük grup da vardı; ama aradan bir yüzyıl geçtiğinde kentin çok uluslu kimliği ölürken ortaya “saf” Yunan kenti Selanik çıktı. Selanik’te, kentin 20’nci yüzyıl başında minare siluetlerinin hakim olduğu resimlerini görüp de şaşırmamak artık mümkün değil.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile beraber en son II. Dünya Savaşı sırasında kapanan defterler tekrar açıldı ve daha tam bitmemiş “temizlik” işlerine girişildi. Boşnaklara karşı yapılan vahşetler herkesi şok etti. Yugoslavya’nın çok kanlı bir şekilde patlaması ve “ateşkes”ten öteye bir sonucun da alınamamış olması gelecekle ilgili olarak herkesi korkutuyor. Bir tarafta yaşanılan devletle yabancılaşan topluluklar, diğer tarafta ise akraba devleti ile birleşmesi mümkün olmayanların durumu sorunu kalıcı bir çözümden uzaklaştırıyor. Kosova ve Makedonya’daki Arnavutlar ve Bosna’daki Hırvat ve Sırpların durumu bu kategoriye giriyor. Toplumlar arası farkların keskinleştiği Srebrenica gibi bölgelerde toplu mezarların hâlâ da çıkmakta olduğu bir ortamda yeni bir çıkış yolu bulunabilir mi?
Azınlık sorununu en ciddi yaşayan ve yaraları biraz daha kabuk bağlamış olan Macarların getirdiği yeni bir yaklaşım var: İki dünya savaşında da kaybeden tarafta olunca savaş sonrasında ortaya çıkan devlet Macarların ancak yarısını içerebiliyordu. Macaristan’ın yaklaşık 10 milyonluk nüfusu kadar Macar komşu ülkeler (Romanya, Avusturya, Hırvatistan, Yugoslavya -Voyvodina-, Ukrayna, Slovenya ve Slovakya) ve Amerika’da yaşıyor. Macaristan’ın geliştirdiği temel politika, ülke dışında yaşayan Macar toplulukların bulundukları ülkelerdeki durumlarını güçlendirmeleri, Avrupa Birliği’nin entegrasyon mekanizmaları içinde yer almaları ve büyük AB coğrafyası içinde bütünleşmeleridir. “Mademki hepinizi anavatana alamıyorum, hepimizin AB içinde olması gerekir.” Çözüm ulus-devleti aşan bir modelde yatıyor. Osmanlı ve Avusturya–Macaristan İmparatorluklarının sağladığı çok dinli, çok milletli, çok kültürlü ortama benzer şartları sağlayacak başka bir model geliştirilmesi gerekiyor. Ulus üstü, tüm kültürel zenginlikleri koruyan, refah yaratan bir model olarak AB kimliği sunulursa, çok karmaşık bir yapıda olan Balkan coğrafyasının durulması sağlanabilir. AB genişleme ile Balkanları kapsayan bir perspektif geliştirirse gerilimlerin kontrolden çıkması ve kanlı çatışmalara dönüşmesi önlenebilir. “Yoldan çıkmış Bulgarların” aslında Türk olduğunun Bulgar yönetimi tarafından tanınacağı, onlara kendi dillerinde televizyon izleme ve hükümette görev alma hakkının verileceği, Belene dizisi TRT’de gösterilirken söylenseydi herhalde insanlar gülerdi; ama AB adaylık süreci tüm bunlara imkan sağladı.
Paylaş
Tavsiye Et