BALKANLAR üzerine düşünecek olmak, bir bakıma ‘kendimizi’, kendi tarihimizi düşünüyor olmak demektedir. Uzun yüzyıllar Osmanlı egemenliği altında kalmış, Osmanlının İstanbul’undan önce ‘Osmanlı’ olmuş birçok şehriyle Balkanlar, bizim gündemimizde yer almayı fazlasıyla hak etmektedir.
Osmanlı Devleti’nin 20’nci yüzyılın başlarında Balkanlardan çekilmesinin, bugün Osmanlı varlığının yaşatıldığı alanları gördüğümüzde, sınırlı bir ‘çekilme’ olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Tarihî camileriyle misafirlerini karşılayan Üsküp şehri, gerçekte bir Üsküdar kadar İstanbul’a ve Osmanlıya aittir. O camilerde ibadet eden, Hıristiyan Makedonlar karşısında kimliklerini koruyabilmek için ‘Türklük ve Müslümanlıklarına’ güçlü bir şekilde sarılan Müslümanlar da Osmanlının bir parçasıdır.
Makedonya’nın başkenti Üsküp, Balkanlardaki en büyük Türk yerleşim yeridir. Vardar Nehri ile doğal olarak ikiye bölünen şehir, tarihî taş köprüsü ile Müslümanlar ve Hıristiyanları birbirine bağlayan bir geçit görevi görmüştür. Bugün Müslümanların yaşadığı, Vardar nehrinin kuzeydoğusunda kalan kesimin, Hıristiyanların yaşadığı güneybatı kesiminden hem mimarî yapı, hem de kültürel ve sosyal doku farklılıkları, aslında bir İstanbul mahallesinin Avrupa’daki bir yerleşim yerinden gösterebileceğine benzer bir farklılık ortaya koymaktadır.
Hıristiyanların yaşadığı bölgelerde, Komünizm dönemi Yugoslavya’sından kalma devasa apartmanlar, geniş caddeler, kiliseler, alışveriş ve eğlence mekanları dikkati çeker. Müslümanların yaşamış olduğu bölgede ise birkaç katlı, kırmızı çatılı evler, iç içe geçmiş sokaklar, tarihî çarşı ve kahvehaneler, Üsküp’ün Osmanlı geçmişini hatırlatan fiziksel mekanlar olarak karşımıza çıkar. Bu mekanların kullanımı açısından, özellikle camiler, Müslümanların sosyal hayatlarında önemli bir yer tutmaktadır. Örneğin, tarihî Osmanlı çarşısının merkezindeki Murat Paşa Camii’nde, günün her saatinde birilerini görmek mümkündür. İbadet etmek için gelenlerin yanı sıra, bir araya gelmek, biraz soluklanmak, gazetelerini okumak için gelenler de vardır. Camilerin bahçe düzenlemesi de bu duruma uygun olarak yapılmıştır. Ayrıca sürekli bakım gördüğü belli olan bu cami bahçeleri, en az caminin içerisi kadar değerli ve fonksiyoneldir. Buraların ibadet aşkıyla ve kutsal bir görev gibi büyük bir özenle korunuyor ve bakım altında tutuluyor olmaları, Üsküp camilerinin dış mekanlarının, ibadet edilen iç mekanın bir uzantısı olduğunu göstermektedir.
Camilerin bir diğer işlevi de, İsa Beg Camii’nde olduğu gibi, medrese olarak kullanılmalarıdır. Teftiş edilen özel mekanlarda, Kur’an dersleri verilmektedir. Müslüman çocuklar Kur’an öğrenmekte, sünnet ya da evlenme törenlerinde söyleyebilecekleri Türkçe, Arnavutça, Boşnakça, Arapça ilâhîler üzerine çalışmakta ve piyesler hazırlamaktadır. Müslüman olmayan birçok yaşıtı ile aynı mekanda eğitim alan, onlarla arkadaşlıklar kuran Müslüman çocuklar için, bu cami programları onlardaki aidiyet duygusunu güçlendiren önemli unsurlardandır.
Camilerin ve diğer fizikî yapıların, bir şehrin kimliğinin muhafazasında ne kadar önemli yer tuttuğunu Üsküp örneğinde görmek mümkündür. Bir şehirde yaşayan şehirlinin kimliğini muhafaza etmesi ise, içinde yaşadığı şehrin kimliği ile ne denli örtüşmekte olan bir hayat yaşadığı ile alakalıdır.
Gündelik hayatta bu kadar önemli yer tutan camilerle ilgili, Müslüman halkta dikkat çekici bir bilgi eksikliği gözlenmektedir. Üsküp de olmasa bile, Makedonya’nın diğer bazı şehirlerinde ve Kosova’da Müslüman nüfusun bir kısmı, ibadet ettikleri caminin adını bile bilmemektedir. Bunun en geçerli nedeni, Akif Emre’nin de öne sürdüğü gibi, Makedonya’daki Müslümanların kendi içlerinden, onlarla aynı duyarlılığı taşıyan entelektüel bir kesim çıkartamamalarıdır. Hem Türk, hem de Arnavut Müslümanlar, dinlerine ve tarihî birikimlerine sahip çıkmakta oldukça muhafazakârdırlar. Hıristiyan Makedonları da ‘gâvur’ olarak adlandırarak ‘öteki’leştirmişler; onlarla olan münasebetlerinde kontrollü ve sınırlı davranmışlardır. Ancak onlarla aynı duyarlılığı taşıyan entelektüel bir kesimin eksikliğinden dolayı tabandaki bu güçlü bilinç, zamanla bilgi derinliğinden yoksunlaşmıştır.
Müslümanların gündelik hayatlarıyla ilgili en ilginç noktalardan biri de, Müslüman kadınların toplum içindeki durumlarıdır. Türkiye’deki göçmen ailelerden de gözlemlediğimiz gibi, kadının hareket alanı daha çok ev, aile ve örf-adet çerçevesindedir. Belki de bu nedenledir ki, Anadolu’da tarlada, bahçede, kapı önlerinde, köşe başlarında sıkça görülen kadınlara burada pek rastlanmamaktadır. Bahçeli, tertemiz, son derece düzenli ve İstanbul’un en lüks semtlerinde bile göremeyeceğimiz güzellikteki evlerin Müslüman köylerinde yer alması, ‘ev’in ve ‘evcilliğin’ özelde Makedonya Müslüman kadınlarının ve genelde de onlara bu imkanları sağlayan Müslüman erkeklerin hayatında ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
‘Ev’in ve ev ile ilgili unsurların bu kadar önemsenmesi, kadınlara geniş bir hareket alanı sağlamakta, aile içindeki küçük bir hadisenin dahî törensel bir şekilde kutlanmasına neden olmaktadır. Bir kimsenin Hacca gidip gelmesi, asker uğurlamaları, nişan, düğün ya da sünnet töreni, genç bir kızın Kur’an’ı hatim etmesi gibi modern toplumlarda geçiştirilen olayların her biri, o kadar geniş bir zamana yayılarak kutlanmaktadır ki; bizlere ‘gelenek’lerin yaşatılması ile ilgilenen profesyonel birilerinin var olduğu izlenimini vermektedir. Gerçekte, hiçbir geleneği atlamadan, kurallarına uygun olarak yerine getiren bu profesyoneller, ‘kadınlar’dır. Kendisi de Balkan kökenli olan Hikmet Öğüt’ün babasının, annesini ‘Dahiliye Nazırı’ olarak adlandırdığı 1900’lü yıllardan bugüne, kadının konumu ile ilgili pek bir şeyin değişmediği gözlenmektedir. Erkeklerin de, kadınlarına sağladıkları bu geniş hareket alanını çok iyi kullandıklarını, bu sayede birbirleriyle olan ilişkilerini sürekli canlı tuttuklarını görüyoruz.
Sonuç olarak Makedonya, Müslüman kesimin yaşadığı sokaklarda dolaştığınızda, Türkçe bilmeyenleri ayıplayacağınız kadar Osmanlıya aittir. O bölgedeki dinamikleri takip etmek ve gözden geçirmek, kendimizi muhasebe etmek kadar bize ait olan bir durumdur. Osmanlı döneminden kalma camiler, hanlar, hamamlar, medreseler, çeşmeler gibi maddi kültür unsurlarının yanı sıra, insanların davranış ve düşüncelerine yön vermiş, onların kendilerini ‘öteki’ kültürden korumalarına yardım etmiş olan zihnî kültür de bu toplumun medeni birikimini sergiler.
Ancak, bölge Müslümanlarının tarihten miras aldıkları bu medeni birikim içinde, ‘öteki’leştirdikleri kültürden uzak durarak muhafaza etmeye çalıştıkları kimliklerini daha ne kadar koruyabilecekleri bizim bu coğrafya ile irtibatımızla yakından alakalıdır. Üsküp’te Yahya Paşa Camii’nde karşılaştığımız yaşlı bir Arnavut Müslümanın göz yaşları içinde, “Biz buradaki varlığımızı Osmanlıya borçluyuz. Gelecekteki varlığımız ise Türkiye’nin bizimle ve hepimize ait olan bu eserlerle ilgilenmesiyle mümkündür” şeklindeki ifadesi, bizim bölgeyle ilgili sorumluluklarımızı hatırlatması açısından oldukça manidardı.
Paylaş
Tavsiye Et