OSMANLI Devleti’nin Afrika kıtası ile ilk teması, 16. yüzyılda oldu. 1517 yılında Mısır’ın fethi ile Kuzey Afrika’da tesis edilen Osmanlı hakimiyeti, dört yüzyıl gibi uzun bir zaman sürecinde, kıtanın diğer bölgelerine yayıldı. Dört yüzyıl sonra, 1917 yılında Osmanlı Devleti Trablusgarp’tan çekildiğinde, kıtanın dört bir yanı ile siyasî, askerî, ekonomik ve sosyo-kültürel alanlarda geliştirilmiş çok yönlü ilişkiler mevcut idi.
Bugün Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasındaki varlığı söz konusu olduğunda, genellikle Kuzey Afrika’da etkili olduğu bölgeler anlaşılır. Osmanlı Devleti’nin kıtanın kuzeyinde özellikle Mısır merkezli hakimiyetinin kısa zaman içerisinde Fas haricinde bütün Kuzey Afrika topraklarına yayıldığı doğrudur. Ancak Osmanlı Devleti’nin 1555 yılında kurmuş olduğu Habeş Eyaleti ile kıtanın doğu ve güney istikametinde ilerlediğini de göz ardı etmemek gerekir. Bu anlamda, 16. yüzyılda Osmanlı Devleti ile Portekiz güçleri arasında Kızıldeniz ve Hint Okyanusu kıyılarını kontrol altına almak için yapılan mücadeleler, 1555 yılında Özdemir Paşa tarafından Habeş Eyaleti’nin kurulması, 1876 yılında Mısır Hidivliği üzerinden kurulan ve bugünkü Uganda sınırları içerisinde yer alan Hatt-ı İstivâ Eyaleti, Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasındaki varlığının kıtanın sadece kuzeyi ile sınırlı olmadığını, güney ve doğu bölgelerinde de önemli siyasî faaliyetler içerisinde bulunduğunu göstermektedir.
Yukarıda işaret edildiği gibi, Osmanlı Afrika’sının sınırları Kuzey Afrika’yı aşmaktaydı. Ancak siyasî sınırların da ötesinde olan askerî, ekonomik ve sosyo-kültürel sınırlar, Sahra Altı Afrikası’nın ortalarına ve hatta en güney ucuna kadar uzanmaktaydı. 16. yüzyılın başından itibaren Osmanlı Devleti, bölgedeki yerel Müslüman sultanlıklar ile irtibat halindeydi. Bunlardan en önemlisi, günümüzde Orta Afrika’da Çad sınırları içerisinde kalan Bornu Sultanlığı idi. Bu sultanlık, Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp Eyaleti’nin en güney noktası olan Fizan Sancağı’nın Gat kazası ile komşu idi. Gat’ın en güney kasabası olan Murzuk ise, Sahra Altı ticaret ağının kesiştiği çok önemli bir noktada yer almaktaydı ve Osmanlı Devleti’nin Orta Afrika ve dolayısıyla bu sultanlık ile olan irtibatını sağlamaktaydı.
Bornu Sultanı Mai İdris (1580-1617), 5 Rabiü’s-sâni 985 / 23 Haziran 1577 tarihinde İstanbul’a Tunus üzerinden bir elçi gönderdi. Çevredeki putperest kabileleri idaresi altına almaya çalışan Sultan, zamanın en gelişmiş askerî teknolojisine sahip Osmanlı Devleti’nden mühimmat ve asker yardımı talebinde bulunmaktaydı. Ayrıca İslam dünyasının halifesi olan Osmanlı Devleti’nden, Orta Afrika’dan kutsal topraklara uzanan bölgeler üzerindeki Hac yollarının güvenliğini sağlamasını istemekteydi.
16. yüzyılda Afrika’daki bir diğer önemli sultanlık ise Müslüman Harar Sultanlığı idi. Harar Sultanı Ahmed El-Mücahid, Hıristiyan Habeş Krallığı ile mücadele ettiği dönemlerde Osmanlı Devleti ile askerî işbirliği yaptı. Bu işbirliğinin sonucunda Osmanlı Devleti Harar Sultanlığı’na silah yardımında bulundu.
Yine 16. yüzyıl gibi erken bir dönemde, Osmanlı gemileri Doğu Afrika kıyılarında görülmeye başlandı. Hint Okyanusu ve Doğu Afrika kıyılarında günden güne artan Portekiz tehlikesi, bölgedeki Müslüman sultanları rahatsız etmekteydi. Bölgeye gönderilen Emir Ali Bey savaş hazırlıklarına başladı ve bölgedeki Müslüman sultanlıklar tarafından desteklendi. Bugün Kenya sınırları içerisinde olan Mombasa’ya kadar gitti. Burada bir kale inşa etti. Richard Hall’ın iddiasına göre, eğer Türkler “Zimba” isminde bir yamyam kabile ile karşılaşmamış olsalardı, Mozambik’e kadar bütün Afrika kıyıları Osmanlı egemenliği altına girmiş olacaktı.
16. yüzyılın başlarında Afrika’daki Müslüman sultanlıklar ile başlayan ilişkiler daha sonraki yüzyıllarda da devam etti. Özellikle 19. yüzyıla gelindiğinde sömürgeci güçlerin tehlikesi altında olan Afrikalı Müslüman sultanlar ve dinî liderler Osmanlı Devleti ile ilişkilerini her zamankinden daha fazla önemsediler. Örneğin 1860’lı yıllarda Komor Adaları’nın önde gelen uleması, halifeden kendi sultanları ile konuşup adanın Avrupalı güçlere satılmaması yönünde baskı yapmasını istedi. Osmanlı Devleti de buradaki önemli tarikatlar ile işbirliği içerisine girdi; bu tarikatların Avrupalı güçlere karşı giriştikleri faaliyetleri destekledi. Yine Bornu Sultanlığı, Osmanlı Devleti’ne bağlılığını göstermek amacıyla 1848 yılında Fizan kaymakamına İstanbul’a iletmesi için bazı hediyeler gönderdi. 19. ve 20. yüzyıllarda Doğu Afrika’nın en önemli sultanlığı olan Zengibar Sultanlığı da (1832-1964), Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasının doğusunda ve güneyinde devletler düzeyinde ilişkide bulunduğu en uç bölge olması nedeniyle büyük öneme sahiptir.
Osmanlı Devleti’nin erken dönemde, kıtanın genelinde fiziksel olarak varlık gösterdiği ve sosyo-kültürel anlamda ilişkide olduğu bölgelere baktığımızda iki unsur dikkatimizi çekmektedir. Bunlardan ilki, Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasındaki hakimiyetinin özellikle Hicaz’daki otoritesini devam ettirebilmesi açısından taşıdığı önemdi. Diğer bir ifadeyle, Müslümanların halifesi olan Osmanlı Devleti’nin kutsal toprakları korumak gibi bir vazifesi vardı. İkinci olarak da, Osmanlı Devleti Hint Okyanusu ticaretinde etkin bir güç olmayı arzuluyordu. Buradaki ticarî faaliyetlerde aktif bir şekilde rol oynayarak bölgedeki Portekiz tehlikesini bertaraf etmenin hesabını yapmaktaydı. 19. ve 20. yüzyıla gelindiğinde ise, Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasında varlık göstermesi biraz daha önem kazandı. Çünkü 1881 yılında Fransızların Tunus’u ve 1882 yılında ise İngilizlerin Mısır’ı işgal etmeleri önemli gelişmelerin habercisiydi. Çeşitli coğrafî keşif hareketleri ile kıtanın zenginliklerinden haberdar olan Avrupalılar daha uzun yıllar kıtada kalacaklardı. Hatta kıtada bir koloni ele geçirmek, Avrupa’daki varlıklarını sağlamlaştırmanın en etkin vasıtası olarak algılanacaktı. Bu durum Osmanlı Devleti için büyük bir tehlike arz etmekteydi; zira Hicaz’daki varlığını koruması giderek zorlaşmaktaydı. İşte bu nedenle Osmanlı Devleti Avrupalıların Afrika’da artan varlıklarını, sadece Afrika kıtasındaki Müslümanlar için değil, bütün İslam dünyası için büyük bir tehlike olarak görmekteydi. Bu bağlamda özellikle Kuzey ve Orta Afrika’da varlık göstermek, Osmanlı Devleti için hem Ortadoğu’daki, hem de Arabistan yarımadasındaki varlığını korumak adına büyük önem taşıyordu.
Bu arada 1877-78 yılları arasındaki Osmanlı-Rus savaşları sırasında topraklarının beşte birini kaybeden Osmanlı Devleti’nin imparatorluğu dağılmaktan kurtarmak için İslam Birliği siyasetini gündeme getirmesi, Afrika kıtasındaki Müslümanlarla olan iletişimini artırdı. 1881 yılında Fransa Tunus’u işgale başladığında, Osmanlı Devleti de oradaki Müslüman emirler ile işbirliği içerisine girerek bir direniş hareketi oluşturmak istedi. Yine aynı dönemde Senusiye tarikatını destekleyerek Fransızların Orta Afrika’ya inmelerinin önüne geçmek ve muhtemel bir İtalyan işgali tehlikesini bertaraf etmek düşüncesinde oldu. Senusiye hareketinin sadece din içerikli bir hareket olmaktan çıkıp, sömürgecilere karşı toplu direniş hareketine dönüşmesini de bu bağlamda incelemek gerekiyor. Ancak Osmanlı Devleti’nin içerisinde bulunduğu ekonomik durum, devletin Afrika kıtası geneli için daha fazla çaba sarf etmesine engel oldu. Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasında yaşayan Müslümanları sömürgeci güçlerin elinden kurtardığını iddia etmek doğru değildir. Ancak kıtadaki yerel direniş hareketlerini desteklemesi, özellikle bağımsızlık dönemi Afrika’sında ulusal bir ruh oluşmasını tetikledi.
Osmanlı Devleti’nin Afrika ile yüzyıllar önce kurduğu ilişkiler, kıtayı gündemimize almak için önemli bir nedendir. Afrika’yı her yönüyle tanımak ve orada yaşanan gelişmeleri takip etmek tarihî bir sorumluluktur.
Paylaş
Tavsiye Et