RUSYA Devlet Başkanı Vladimir Putin Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmayı şu sözlerle noktaladı: “Sonuç olarak şunları belirtmek istiyorum. Bizler -kişisel olarak ben- çok sık bir biçimde Avrupalı ortaklarımızdan Rusya’nın dünya meselelerinde daha aktif rol alması gerektiği yönünde öneriler alıyoruz. Bununla ilgili olarak küçük bir hatırlatma yapayım. Bizi bu yönde teşvik etmenize pek de gerek yok. Rusya bin yılı aşkın tarihe sahip bir ülkedir ve her zaman bağımsız bir dış politika izlemiştir. Bu geleneği bugün de değiştirmeyeceğiz.”
Putin’in Münih’te yaptığı konuşmanın en çok dikkatleri üzerine çeken yanı, ABD’nin dünya sorunlarının çözümünde tek başına hareket etmesinin ve tek merkezli bir dünya sistemi inşa çabasının Rusya tarafından kabul edilmeyeceğini ifade eden sözleriydi. Bu sözler birçok tartışmayı beraberinde getirdi ve yeni bir “soğuk savaş”ın ilan edildiğini iddia edenler bile çıktı. Soğuk Savaş yıllarına geri dönmek bugün Rusya için söz konusu değil elbette. 1991 yılından sonra Rusya’da yapılan bütün reformlar nihayetinde küresel sisteme dahil olmayı ve bu sistemin gerektirdiği koşullarda yaşamayı, mücadele etmeyi hedefleyen bir programa dayalıydı. Her ne kadar geçtiğimiz birkaç yıla kadar Rusya’nın bu çabaları, eski düşmanları tarafından Rusya’nın etkisizleştirildiği ve yeniden bir küresel güç olma iddiasının artık varolmadığı gibi algılansa da özellikle Putin döneminde yürütülen bütün reform ve programlar Rusya’yı “tamir etme” ve küresel düzende yeniden ve daha güçlü bir şeklide oyuna sokma arzusuyla yapılmıştı. Putin’in konuşmasının sonunda belirttiği bin yıllık tarihe dayalı “bağımsız dış politika” vurgusu da bunun bir göstergesiydi. Bu ifadelerle Rusya’nın hiçbir güç eksenine girmeden kendi küresel politikasını uygulayacağını ifade etmiş oluyordu.
Sovyet Mirası
Rus Devlet Başkanı’nın böylesi bir özgüvenle ülkesinden söz edebilmesinin birçok gerekçesi vardır elbette. Ancak bunların en önemlilerinden biri şüphesiz Sovyetler Birliği’nden miras olarak devraldığı nükleer gücüne olan güveniydi. Bu gücün büyüklüğü, Sovyetler Birliği’nin dağılışını takip eden ve Rusya’nın askerî, siyasi, sosyal çöküntü içerisinde olduğu yıllarda bile kendisine yönelebilecek herhangi bir askerî tehdidin önünü kesmiş ve bir güvenlik garantisi olarak kalmaya devam etmiştir.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında başlayan nükleer silah yapım çalışmaları 1949 yılında ilk Sovyet atom bombasının denenmesiyle başarıya ulaştı ve Soğuk Savaş yılları boyunca artarak yürütülen çalışmalar sonucunda Rusya dünyanın belki de en çok nükleer silaha sahip ülkesi konumuna yükseldi. Belki de diyoruz; çünkü Rusya’nın nükleer silah varlığı, SSCB sonrası ortaya çıkartılamayan en büyük askerî sırrı olarak kalmaya devam ediyor. Her ne kadar 9.000 ile 18.000 arasında çeşitli rakamlar telaffuz edilse de bu rakamların gerçeklerden uzak olduğu ve asıl sayının bilinmediği unutulmamalı.
Rusya’da nükleer silah çalışmalarının tarihi, İkinci Dünya Savaşı’nı en kısa yoldan bitirmek için çok güçlü bir silah arayışının yaşandığı dönemlerde başladı. Stalin’in konuyla özel olarak ilgilendiği ve Rus istihbarat servislerinin nükleer çalışmalarla ilgili faaliyetler yürüten ülkelerden binlerce sayfalık belgeleri Moskova’ya ulaştırdığı biliniyor. Sadece 1943-45 yılları arasında, Rus istihbarat birimlerinin yurtdışında (özellikle de ABD’de) çok gizli koşullarda yürütülmekte olan atom çalışmaları ile ilgili on binlerce belgeyi ele geçirdiklerini söyleyebiliriz. 1946-49 yılları arasında ise bizzat Sovyet bilim adamları atom çalışmaları için özel laboratuarlar oluşturmaya başladı. Bu laboratuvarlarda savaş sonunda esir alınan Alman nükleer fizikçilerin bilgilerinden de faydalanıldı.
Ruslar ilk denemelerini yaptıklarında ABD’nin elinde 100 Rus şehrini yok edebilecek kadar nükleer cephane vardı. Yüzyılın sonuna gelindiğinde ise Rusya nükleer silahlar konusunda bütün rakiplerini geride bırakmayı başardı. Rusya hem nükleer bomba ve füze başlıklarının hem de bu bombaları taşımak için özel olarak tasarlanmış uçakların sayısı bakımından üstünlüğünü bugün bile korumaya devam ediyor.
Hammadde Deposu Orta Asya
Orta Asya, SSCB döneminde nükleer çalışmalar için gerekli olan uranyumun temin edilebileceği bir bölge olarak görülüyordu. Özellikle Kazakistan ve Özbekistan uranyum açısından zengin ülkelerdi ve yürütülen nükleer çalışmalarda bu kaynaklardan yararlanılıyordu. Uranyum zenginleştirmek için gerekli tesisler Orta Asya’da da kurulmuş ve bu tesislerde elde edilen uranyum, bomba imalatında ve nükleer enerji santrallerinde kullanılmıştı. SSCB’nin dağılmasının ardından bu ülkelerde bulunan nükleer tesisler uluslararası anlaşmalarla ortadan kaldırıldı ve Orta Asya bugün “nükleer maddelerden arındırılmış bölge” ilan edildi.
Orta Asya ülkeleri her ne kadar bugün kendi başlarına nükleer çalışmalar yürütmeseler de sahip oldukları uranyum, nükleer alanda faaliyet gösteren ülkelerin özellikle de Rusya’nın çalışmaları için hâlâ önemli bir kaynak olarak varlığını sürdürüyor. Son dönemde Rusya’nın, bölgede yeniden etkin bir güç olarak sahneye çıkmasına paralel bir biçimde, nükleer işbirliği anlaşmalarıyla uranyum kaynakları üzerinde söz sahibi olmaya çalıştığı biliniyor. Rus nükleer santralleri sürekli yenilenmesi gereken uranyum kaynaklarına ihtiyaç duyuyor ve Orta Asya dün olduğu gibi bugün de bu santrallerin hammaddesinin temin edilmesi için önem arz ediyor.
İmparatorluk İçin Nükleer Güç
Rusya’nın nükleer gücü, imparatorluk mirası olarak görülüyor ve Rusya’nın yeniden küresel düzenin büyük oyuncusu olarak tarih sahnesine çıkmasının ve jeopolitik mücadelesinin en önemli garantisi olarak algılanıyor. Son günlerde ABD ile Rusya arasındaki gerginliği artırıcı açıklamalar, aslında Soğuk Savaş’ın bitimiyle beraber çözümsüz kalan birçok sorunun her iki taraf için de problem oluşturmaya başladığının ve yeni bir ilişki biçiminin geliştirilmesi gerektiğinin işaretleridir. Rusya’nın böyle bir ortamda daha fazla güçlenmek ve özellikle NATO’nun genişleme faaliyetleri ve ABD’nin füze kalkanı projesine karşı birtakım önlemler almak için nükleer silahlanma faaliyetlerine daha fazla önem vermesi gerektiği ve yeni teknolojilerle bu alanda üstünlüğü elden bırakmamasının zorunlu olduğu, bugün Rus jeopolitikçileri tarafından sıkça dile getiriliyor. Rusya’da imparatorluk stratejilerinin her geçen gün daha fazla taraftar bulduğunu ve bu stratejilerin devlet tarafından da kabul gördüğünü göz önüne aldığımızda Rusya’nın nükleer gücünü artırmak için çalışmalara devam edeceğini belirtmek kehanet olmaz.
Paylaş
Tavsiye Et