ORTA DOĞU değişiyor. Bölgenin kemikleşmiş tehdit ve düşman anlayışları, eski kuşak liderlerin tarih sayfalarında yerini almalarıyla terk ediliyor. Orta Doğu’ya 20’nci yüzyılın son yarısında damgasını vuran statikliğin sembolü olan yaşlı liderlerin büyük çoğunluğu artık siyasi hayatta değil. Kral Hüseyin ve Hafız Esad’ın vefatı, Saddam Hüseyin’in Amerika’nın işgaliyle devrilmesi, Kral Fahd’ın hastalığı ve Türkiye’de Demirel ve Ecevit neslinin siyaseten emekli olmalarıyla bu eski coğrafya 21’inci yüzyıla yeni bir lider kadrosuyla adım attı. Aslında liderlik düzeyindeki bu değişikliklere paralel olarak çok daha derinlerde köklü bir toplumsal dönüşüm yaşanıyor. Artan eğitim seviyesi ve medya araçları Orta Doğu’yu hızla değiştiriyor; daha iyi eğitimli ve olan bitenden daha çok haberdar yeni nesil siyasi statükonun da değişimini talep ediyor. Örneğin, İran’da okuma yazma oranı son yirmi yılda erkekler arasında %60’lardan %90’lara, kadınlar arasında %30’lardan %80’lere tırmanmış durumda. Ülkede bayan üniversite öğrencileri erkek öğrencilerden daha fazla. Kuşkusuz eğitimle amaçlanan ideoloji ne olursa olsun, eğitimin kendi başına bir dönüştürme gücü var ve İranlı gençler devrim içinde devrim istiyorlar. Arap dünyasında da durum farklı değil; eğitime paralel olarak el-Cezire ile sembolleşen bir medya devrimi yaşanıyor. Bu haber ve tartışma ağırlıklı kanallar sayesinde ilk defa Arap dünyası Fas’tan Bahreyn’e kadar aynı kanalı seyrediyor ve tartışmalara canlı olarak katılabiliyor. Benedict Anderson’ın ulusları ‘hayali toplumlar’ olarak kabul eden ünlü tezi, Avrupa’da milletlerin ortaya çıkışını, İncil’in Latince’den konuşulan Avrupa dillerine yapılan tercümelerinin yayılmasını sağlayan matbaa ile irtibatlandırıyor. Arap ve İslâm dünyasında ise ortak bir kültür ve medeniyet algılaması ancak ortak bir medya sayesinde oluşabilirdi. Şimdi Katar merkezli el-Cezire ve onun Dubai merkezli rakibi el-Arabiye, Arap dünyasındaki sınırları yerle bir ediyor ve insanların ortak problemlerini konuştukları bir zemin oluşturuyor. Değişen Türk, Arap ve İranlı nesiller küresel ve bölgesel politikalara bir önceki neslin bakış açısından ve düşman kalıplarıyla bakmıyor. Küreselleşmenin etkisiyle insanlar yaşadıkları ülkeleri birbirinden ayıran sınırların suniliğini fark ediyor. Orta Doğu değişiyor ve değiştikçe bölgesel işbirliği talepleri artıyor. Ancak son zamanlarda bu talepleri ateşleyen bir gelişme Irak Savaşı ve Irak’ın geleceğine ilişkin bölgesel kaygılar oldu. Irak Savaşı’yla birlikte özellikle Türkiye-Suriye ve İran-Mısır arasındaki yakınlaşma dikkat çekiyor.
Suriye-Türkiye Yakınlaşması Nasıl Okunmalı?
Değişen Orta Doğu’nun genç liderlerinden Beşar Esad, her ne kadar Mısırlı sosyal bilimci Saadettin İbrahim’in ‘hanedanlık cumhuriyeti’ (cumlukiye) adını verdiği bir sistemin ürünü olarak iktidara gelmiş olsa da Arap dünyasının en değişim yanlısı liderlerinden biri. 2000 yılının Haziran ayında işbaşına geldiği günden bu yana Suriye’deki kapalı rejimi ülkedeki katı bürokratik yapıya rağmen değiştirmeye yönelik adımlar attı. Dış politikada da sergilediği ataklıkla Avrupa ve başlangıçta Amerika’yla ilişkileri geliştirdi. Ancak Amerikan Cumhuriyetçilerinin Irak Savaşı planını uygulamaya koyması ve bu plana Suriye’nin itirazları nedeniyle Suriye-Amerika ilişkilerindeki gerginlik yeniden tırmandırıldı. Amerikalı şahinlerin izledikleri, diplomasi yerine güç kullanımını esas alan politikaları İsrail’in sorunlu olduğu Suriye ile ilişkilerin normalleşmesini istemiyor. Amerika’nın Orta Doğu’daki en yakın müttefiki durumunda olan İsrail Suriye’nin Golan tepelerini işgal altında tutuyor ve gerekli gördüğünde Suriye topraklarındaki hedefleri vurabiliyor. Suriye’nin ise İsrail’e karşı verebildiği tek tepki Lübnan’da askeri güç barındırmaktan ibaret. Amerikan bakış açısına göre Suriye sadece İsrail için değil, işgal edilmiş Irak için de bir tehlike. Aslında Baas partisinin bir başka fraksiyonunun hakim olduğu Suriye Irak’taki Baas rejimiyle hiçbir zaman uzlaşamamış ve savaş sırasında İran’ın yanında yer almıştı. Ancak Beşar Esad yönetimi, Irak’ın işgaline karşı çıktı. Suriye’nin korkusu Amerika’nın önleyici saldırı doktrinini tekrar harekete geçirerek Irak’tan sonra Suriye’ye de saldırması. Suriye yine Irak’ın savaş sonucunda parçalanmasından ve ortaya İsrail kontrolündeki bir Kürt devletinin çıkmasından da endişeli. Türkiye, Suriye ve aslında İslâmi Kürt gruplar da dahil Irak halkının büyük kısmı bu konudaki endişeleri paylaşıyor.
Türkiye’nin Suriye ile arasındaki buzları eritebilmesi AKP iktidarıyla gelen kan değişiminin etkisiyle gerçekleşti. Ancak bu değişimi sadece hükümetin bir inisiyatifi olarak açıklamak da mümkün değil. Nitekim Beşar Esad Türkiye ziyaretini Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’in Suriye ziyaretinin ardından gerçekleştirdi. İki ülke arasında ilişkiler Hafız Esad’ın ölümünden sonra giderek düzelme eğilimine girmişti. Beşar Esad Türkiye’ye karşı babasının çatışmacı üslubundan tamamen farklı bir üslup geliştiriyor. Bununla birlikte Suriye içindeki güç dengeleri açısından onun Hatay sorununu bütünüyle yok sayması mümkün değil. Ancak Esad, sorunlu olduğumuz konuları konuşmayı sorun olmaktan çıkacakları güne kadar erteleyelim, diyor. Bu aslında liberal uluslararası ilişkiler teorisinin sorun çözümü konusunda tavsiye ettiği yöntemlere çok benziyor. Liberaller iki ülke arasında güven bunalımını aşabilmek için işbirliğine en sorunsuz alanlardan başlanılmasını öneriyorlar. Milyonlarca Avrupalının ölümüne mal olan İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Avrupalıların kömür madenleri ve demir-çelik sanayii alanlarında başlayan işbirliği bugün ortak para birimi ile sembolize edilen bir bölgesel birliğe dönüşmüş durumda. Belki Suriye ile sorunların bu kadar basit bir şekilde çözümünü beklemek saflık olarak görülebilir; ama denenmemesi için herhangi bir neden de yok. Her iki tarafın birbirine karşı duyduğu güvensizlik, temelsiz tehdit algılamalarından kaynaklanıyor ve bu algılamalar aşılamaz cinsten değil. Neticede Beşar Esad ‘Hatay’la değil bütün Türkiye’yle ilgilendiği’ mesajını verdi ki bu yeterli bir başlangıç olarak kabul edilmeli. Suriye en uzun sınırı paylaştığımız ülke ve aramızın iyi olması hem sınır güvenliği, hem de sınır ticareti açısından hayati derecede önemli. Suriye, diğer taraftan Orta Doğu stratejik dengelerinde elinde bir çok kart bulunduran, önemi inkar edilemeyecek bir güç.
Türk basınında Türkiye’nin Suriye’yle yakın ilişkilere girmesini eleştiren güçlü bir lobi var. Bu lobi bize Suriye rejiminin bir azınlık rejimi olduğunu hatırlatıyor ve Suriye ve İran’la yakınlaşan Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşacağını savunuyor. Suriye’deki rejimin bir azınlık rejimi olduğu doğrudur ancak Türkiye Suriye’de çoğunluk iş başına gelene kadar bekleyecek de değildir. Kaldı ki Türkiye’nin bu ülkeyle olan ilişkilerini düzeltmesi Suriye’deki Sünnî çoğunluğun da talep ettiği ve desteklediği bir gelişmedir. Dış politikada hiçbir çıkar, insan haklarından daha önemli olamaz; ancak Orta Doğu’da insan hakları ihlallerinin en yoğun olarak yaşandığı yer de Suriye değildir. Bu anlamda Suriye’yi eleştirenlerin neden İsrail’in ve Irak’taki Amerikan işgal yönetiminin işlediği insan hakları suçları konusunda seslerini çıkaramadıklarını herhalde sorgulamaya bile gerek yok. Diğer taraftan İran ve Suriye ile olan ilişkilerimizi geliştirmek, bizi Batı’ya karşı zayıflatmayacak, aksine güçlendirecektir. Bölgesinde güçlü ve etkili bir Türkiye, Batı ve özellikle Avrupa nezdinde sahip olduğu stratejik ağırlığını artırmış olacak; buna mukabil Orta Doğu’ya sırtını çevirmiş bir Türkiye Batı’ya muhtaç bir görüntü verecektir.
İran ve Mısır Arasındaki Buzlar Eriyor
Türkiye ve Suriye arasındaki yakınlaşmanın bir benzeri İran ve Mısır arasında yaşanıyor. İran devriminden bu yana biraz İran’ın devrimci tavrının, biraz da Mısır’ın Amerika’ya fazlasıyla yakın olmasının neticesinde iki ülke ilişkileri her zaman soğuk kaldı. Mısır devrik İran Şahı Pehlevi’ye kapılarını açmış, İran’a karşı savaşta Irak tarafında yer almıştı. Enver Sedat’ın 1979 yılında İsrail’le yaptığı barış anlaşması İran tarafından ihanet olarak değerlendirilmiş; bu anlaşmaya tepki olarak Enver Sedat’ı öldüren Halid İslambuli’nin ismi Tahran’ın en büyük caddelerinden birine verilmişti. İran’ın son yıllarda devrimci dış politika anlayışından uzaklaşarak ulusal çıkarları esas alan dış politikaya geçişine paralel bir şekilde bölgedeki sorunlu birçok ülkeyle yakınlaşma sağlandı. İran’ın Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle ilişkilerini tamir etmesinden sonra bölgesel forumlarda sık sık karşılaştığı Mısır’la da diplomatik ilişkilerini yeniden tesis etmesi bekleniyordu. Bu konuda sembolik bir engel olarak görülen cadde ismi sorunu Tahran Belediye Meclisinin kararıyla aşıldı.
Suudi Arabistan Dışa Açılıyor
Stratejik parametrelerin değişmesini gösteren bir başka ilginç gelişme de Amerika’nın 11 Eylül’den sonra tavır aldığı Suudi Arabistan’ın diplomatik hamleleri oldu. Kral Fahd’ın hasta olması dolayısıyla Suudi kraliyet ailesinde gizli bir güç çekişmesi yaşandığı iddia ediliyor. Ancak ipler şimdilik Suudi diplomasisinde pergeli geniş tutmak isteyen Prens Abdullah’ın elinde. Henüz ülke içinde siyasi katılımı artırıcı mahiyette reformlardan bahsedilmiyor ve aslında Amerika’nın da bu yönde bir talebi yok. Ancak Suudi dış politikasında gözle görülür bir dışa açılma var. Bu yöndeki en çarpıcı gelişme Prens Abdullah’ın Rusya gezisi oldu. Abdullah’ın 3 Eylül 2003’te gerçekleştirdiği bu ziyaret Suudi Arabistan tarihinde devlet başkanı düzeyinde Rusya’ya yapılan ilk ziyaret oluyordu. Dünya petrol ihracatının yaklaşık %40’ına yakınını kontrol eden Suudi Arabistan, Rusya’yla petrol alanında işbirliğine dair önemli anlaşmalar imzaladı. Yine Suudiler 1970’lerde petrol endüstrisinde yapılan devletleştirme politikasından sonra ilk defa Rus ve Fransız petrol şirketlerine kapılarını açmış bulunuyor. Daha ilginç bir gelişme olarak Ocak ayı içinde Suudi Arabistan, dışişleri bakanının yaptığı Filistin barış görüşmeleri için muhtemel bir Avrupa-Arap ortak eylem planını açıkladı. Bütün bunlar kuşkusuz geleneksel olarak Amerika’nın güdümünde olduğu kabul edilen Suudi dış politikası açısından radikal adımlardı.
Irak Savaşı ve bu savaşın dayandığı önleyici saldırı doktrini Orta Doğu’da Soğuk Savaş boyunca oluşturulan stratejik parametreleri yerle bir etmiş görünüyor. Irak Savaşı bu nedenle Orta Doğu’yu daha güvenli değil, daha güvensiz hale getirdi. Suriye, Suudi Arabistan, İran ve Türkiye bu yeni parametrelere ayak uyduracak adımlar atmaya çalışıyor. Bu arada Rusya, Avrupa ve hatta Çin Orta Doğu’daki değişimden istifade edebilmenin arayışları içinde. Amerika’nın Irak işgali taşları yerinden oynattı ve artık bu yeni ortamda bölgedeki tüm aktörler kendi konumlarını gözden geçiriyor.
Ancak Orta Doğu’da sorunlu ülkeler arasındaki ilişkilerin düzeltilmesini sadece Irak Savaşı’na tepki olarak açıklamak elbette yanlış olur. Ayrıca bu yakınlaşmanın başlangıçta bir güvensizlik ortamına tepki olarak ortaya çıkması sürekli olarak tepkisel kalacağını göstermez. Realist uluslararası ilişkiler anlayışı bu noktada fazla açıklayıcı değil. Her devletin kendi güvenliğini öncelikli olarak tek başına korumaya çalışacağına inanan realistlere göre ittifaklar sadece ortak bir tehdit karşısında kurulabilir ve bu tehdidin ortadan kalkmasıyla ittifaklar da ortadan kalkar. Ancak ampirik olarak dünyanın değişik yerlerindeki bölgesel işbirliği süreçleri incelendiğinde bu tezi çürüten birçok örnekle karşılaşmak mümkün. Çoğu bölgesel yakınlaşma ve işbirliği süreci güvenlikle ilgili benzer endişelerden kaynaklanmış, ortak tehdidin ortadan kalkmasına rağmen gelişmesini sürdürmüştü. Avrupa Birliği ile Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) bu şekilde ortaya çıkan ve giderek derinleşen entegrasyon süreçleri. Ancak bu süreçler uluslarararası sistemin desteğiyle oluştu. Orta Doğu’da benzer bir projenin ortaya çıkamamasının en büyük nedeni ise uluslararası sistemin buna karşı olması. Bu nedenle bölge ülkeleri arasında kurumsal bir entegrasyon süreci başlatmak yerine, ilişkileri öncelikli olarak ikili bir şekilde sürdürmek ve derinleştirmek daha doğru görünüyor.
Paylaş
Tavsiye Et