Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2004) > Dünya Siyaset > Irak Savaşı’nın bir yılı
Dünya Siyaset
Irak Savaşı’nın bir yılı
Hasan Kösebalaban
AMERİKA’NIN Irak saldırısı 20 Mart’ta ikinci yılına giriyor. Aradan geçen bir yıla rağmen başta Amerika’da olmak üzere dünyada pek çok kimse Irak Savaşı’nın nedenleri konusunda kafa karışıklığını aşabilmiş değil. Sadece Saddam’ın devrilmesini kendi başına yeterli bir kazanç ve gerekçe olarak görenler dışında benzer bir kafa karışıklığı savaşın kazanç ve kayıpları konusunda da yaşanıyor.
Amerikan halkına Irak’a saldırı kararı 11 Eylül 2001 terör saldırılarının getirdiği psikolojik ortamda pazarlandı. Saddam’ın 11 Eylül’le ilişkisinin olduğuna dair iddialar resmî olarak kabul edilmese de devlet yanlısı büyük medya kuruluşları tarafından sürekli olarak işlendi. Öyle ki, Amerikan halkının büyük çoğunluğu 11 Eylül’le Saddam’ın irtibatlı olduğunu düşünür hale gelmişti. Bu ortamda Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve geliştirdiğine dair iddialar Amerikan halkı tarafından itirazsız kabul edildi. Colin Powell 5 Şubat’ta BM Güvenlik Konseyi’nde yaptığı teknolojiyle desteklenmiş tarihî sunuşunda dünyanın gözünün içine baka baka oldukça kesin konuşuyordu: “Burada dile getirdiğim her ifade kaynaklara, sadece sağlam kaynaklara dayalıdır. Asla basit suçlamalar değildir. Biz burada sağlam istihbarata dayalı gerçeklerden ve sonuçlardan bahsediyoruz.”
Savaşın temel gerekçesini oluşturan Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarına sahip olduğuna dair iddiaların gerçek dışı olduğu bugün artık iddia sahiplerince de kabul ediliyor. Son bir yıl içinde Irak’ta kitle imha silahlarının izi dahi bulunamadı. Savaşın temel gerekçesinin ispatlanamaması Bush yönetiminin Amerikan kamuoyundaki itibarını önemli ölçüde sarstı. Saddam’ın ortaya çıkarılışının yaptığı kısa süreli etki dahi artan Amerikan kayıpları karşısında gidişatı değiştiremedi. Şayet Bush ikinci bir hamle daha yapıp bu defa bin Ladin’i ortaya çıkaramazsa çok büyük bir olasılıkla Kasım ayında yapılacak seçimleri kaybedecek. Böylece George W. Bush da bir önceki Irak Savaşı’ndan zaferle çıkıp, seçimde kaybeden babasıyla aynı kaderi paylaşmış olacak.
Kuşkusuz Irak halkının bu savaştaki en büyük kazancı Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesiydi. Saddam kendisini son otuz yıldır ayakta tutan ve halkına yaptığı zulme gözlerini kapayan güçler tarafından devrildi. Saddam’ın bir medya gösterisine dönüşen yakalanma görüntüleri Orta Doğu’daki diktatörlerin de aslında birer kağıttan kaplan olduklarını ve altlarındaki kilim çekildiğinde nasıl çaresiz birer zavallıya dönüşebildiklerini bütün açıklığıyla gösteriyordu. Bölgenin en acımasız diktatörünün devrilişinin Orta Doğu’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasına benzer bir etki yapacağına ve Saddam’ı diğer diktatörlerin izleyeceğine dair ümitler yeşerdi. Kuşkusuz emperyal çıkarları Orta Doğu’daki diğer diktatörlere bağlı olan Amerika’nın vermek istemediği bir mesajdı bu. Ancak Irak halkı açısından Saddam’ın gidişinin faturası tıpkı iktidarının faturası kadar ağır oldu. On bini aşkın masum Iraklı bu savaşta hayatını kaybetti, milyonlarca insan evsiz ve işsiz kaldı, Irak’ın tarihi hafızası olan müzeleri yağmalandı. Savaşın ardından kendisini organize eden direniş hareketi bir yanda Amerikalılara kayıplar verdirmeye devam ederken, diğer yanda Irak halkını vuruyor. Iraklılar bir diktatörün gittiğine sevinirken bunun karşılığında kendilerini tam bir kaos ve anarşi içinde buldular.
Her ne kadar Irak Savaşı Amerika’nın Orta Doğu’ya demokrasi getirme operasyonunun ilk aşaması olarak takdim edildiyse de, Irak ve bölge halkları nezdinde tamamen uluslararası hukuksuzluğa dayalı bir savaşın meşrulaştırılmasına dönük başarısız bir propagandaydı. Savaş planının altında imzaları bulunan yeni muhafazakârların Türkiye’deki yakın dostlarının dışında hiç kimse Amerika’nın Orta Doğu’da bir demokratikleşme dalgasının hamiliğini üstlendiğine ikna edilemedi. Amerikalı yetkililerin birçok açıklamasından anlaşıldığı üzere, İslam dünyasında demokrasinin, bir başka deyişle halkın tercihlerine dayalı ve halka karşı sorumlu rejimlerin Amerikan çıkarları açısından makul görülmediği ortada. Amerika bir taraftan Saddam’ı devirirken diğer taraftan bugün dünyadaki en baskıcı rejimlerin başında gelen Özbekistan’ı kucaklıyor. Amerikan hükümetinin insan hakları gündeminde sadece rejimleriyle sorunlu olduğu ülkeler bulunur. Zaten Powell’ın sağlam addettiği kaynaklar çürük çıkınca, “böyle olduğunu bilseydim savaşa girme kararını sorgulardım” demesinden de anlaşılıyor ki, asıl sorun ne Irak’ın elinde var olduğu sayılan kitle imha silahları, ne de Saddam’ın Irak halkına zulmetmesiydi. Bir saray darbesiyle ortadan kaldırılabilecek Saddam ve oğulları da değildi. Bu savaşla sadece Saddam rejiminin gitmesi değil, altyapısı, bürokrasisi ve insan kaynaklarıyla bir bütün olarak Irak’ın kolay kolay yerinden kalkamayacak şekilde imha edilmesi hesaplanmıştı.
Ancak geniş bir perspektifle sorguladığımızda, acaba Amerika bu savaştan gerçek kazançlarla ayrılabilecek mi? Amerika her şeyden önce dünyaya, bir ülkenin elinde kitle imha silahları, daha doğru bir ifadeyle nükleer silahlar bulunmadan asla güvenlikte olamayacağına dair güçlü bir mesaj vermiş oldu. İsrail’in nükleer silahlara sahip olmasına ses çıkarmadığı bir ortamda uyguladığı bu ikiyüzlü politika başta İran, Suriye ve Suudi Arabistan olmak üzere Orta Doğu’daki bütün ülkelerin siyasî elitlerinin zihinlerini önümüzdeki yıllarda fazlasıyla meşgul edecek. Hiç kuşkusuz Irak nükleer güce sahip olduğu için değil, tam tersine olmadığı için bir saldırıya maruz kaldı. Zira nükleer silahın mevcut olduğu değil, küçük de olsa böyle bir ihtimalin bulunduğu bir ülkeye saldırı sadece intihar olabilir. Amerika’nın Kuzey Kore’ye karşı aciz kalması ellerinde bu gücün varolma ihtimalinden kaynaklanmaktadır. Bu açıdan şu söylenebilir ki; Amerika’nın elinde Irak’ta nükleer silah olmadığına dair gerçekten sağlam bilgiler vardı ve asla çürük istihbaratla hareket etmediler. Bölge ülkelerinin Irak’tan çıkardıkları en önemli ders budur. Estirilen panik havasının ise orta ve uzun vadede Amerikan çıkarlarına aykırı sonuçlar vereceği şimdiden görülüyor.
Diğer taraftan bölgede oluşturulan güvensizlik ortamında, başka büyük güçlerin Orta Doğu’ya girişlerine kapı aralandı. Artık Suudi Arabistan, her ne kadar Amerika tarafından hâlâ gözden çıkarılmış bir rejim değilse de Rusya, Fransa ve Çin’le yakın ilişki arayışında bir ülke haline geldi. Ülkenin fiilî yöneticisi olan Prens Abdullah izlediği bağımsız dış politikayla dikkat çekiyor. Öte yandan İsrail dışındaki sorunlu bölge ülkeleri bu ortamda birbirleriyle yakınlaşma çabası içindeler. Kuzey Irak sorununun verdiği tedirginlik, merkezinde Türkiye, İran ve Suriye’nin bulunduğu bölge ülkeleri arasında bir yakınlaşma süreci başlattı. Irak’a komşu ülkeler platformu zamanla kurumsallık kazanan bir işbirliği sürecine evrilebilir. Bu da yine Amerikan ve İsrail eksenli çıkarların karşı çıktıkları bir gelişmedir.
Bütün bu bölgesel faktörlerden belki de daha önemlisi Amerika’nın küresel rakipleriyle arasının açılmasıdır. 11 Eylül’den hız alarak yeni bir Amerikan yüzyılı yaratma hamlesi, aslında Amerika’nın Orta Doğu’dan da bağımsız olarak Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra ortaya çıkan benzersiz gücünden vakit geçmeden istifade etme aceleciliğini yansıtıyordu. Petrol kaynaklarının kontrolü açısından Afganistan Savaşı ve bu sayede Özbekistan’a asker yığılması Rusya ve Çin’i hedef alıyordu; Irak Savaşı ve bu sayede Orta Doğu’ya asker yığılması ise Fransa ve Almanya’yı. Rakipleri Amerika’nın hamlesine henüz karşı bir hamle ile cevap verecek güce sahip değil. Ancak Amerika’nın emperyal planları herkes tarafından büyük bir dikkatle izleniyor ve karşı ittifaklar çoğalıyor. Diğer taraftan Irak’ın geleceğinin belirsizliği ve Şiilerin Irak’ın geleceğinde en hakim unsur olmaları gelecekte Irak’ta kurulacak rejimin niteliği konusunda Amerikalıları endişelendiriyor. Irak’ta iktidarın seçimler yoluyla doğrudan çoğunluğu teşkil eden Şiilere verilmemesi durumunda ise Ayetullah Sistani’nin Der Spiegel’e verdiği mülakatta dile getirdiği gibi bir Şii intifadasıyla karşılaşılabilir. Bu, Sünnî üçgenindeki direnişe rahmet okutturacaktır ve belki fırsattan istifade Kürtlerin bağımsızlık ilanını ve ardından Türkiye’nin riskli müdahalesini getirebilecektir.
Kısacası Irak Savaşı’nın ilk yılı değerlendirildiğinde Amerikan çıkarları açısından, Irak’ı cılız ve aciz bir ülke durumuna düşürmek dışında bir getirisi olmadığı görülüyor. Irak Savaşı’nın gerekçelerinin ispatlanamaması ve durmak bilmeyen Amerikan kayıpları, Bush’un bir dönem daha seçilebilmesini son derece uzak bir ihtimal haline getiriyor. Belki Amerika açısından zararlarını telafi edebilmesinin tek yolu bir iktidar değişikliğine gitmesidir. Bu açıdan Demokrat Parti ön seçimlerinde medya desteğiyle öne geçirilen John Kerry’nin başkanlığı sisteme taze kan getirecektir. Ancak seçilmesi halinde Kerry için de Irak dilemması bütün karmaşıklığıyla olduğu yerde durmaya devam edecektir.

Paylaş Tavsiye Et