MART ayının son haftasında ellinci yıldönümü kutlanan Avrupa entegrasyon süreci; gümrük birliği, ortak para birimi ve nihayet siyasi birlik anlamında hiç kuşkusuz son yarım asra damgasını vuran dünyanın en derinlikli ve kapsamlı bölgesel bütünleşme projesini yansıtıyor. Avrupa Anayasası’nın halk oylamalarında reddedilmesiyle yaşanan hayal kırıklıklarına ve çeşitli ülkelerde yükselen ulusal sosyo-politik direnç nedeniyle siyasi entegrasyonun derinleşmesindeki duraksamaya rağmen, AB’yi 27 üyeli dev bir birliğe çeviren coğrafi genişleme süreci Balkanlar ekseninde sürüyor.
Ancak -Türkiye’nin tam üyeliğine de itiraz eden- kimi çevrelere göre gereğinden hızlı ilerleyen genişleme sürecinin, AB’nin muğlak bir tanımla sürekli zikredilen “hazmetme kapasitesi”ni giderek artan bir güçle zorlayacağı aşikar. 1970’lerden bu yana giderek güçlenen ekonomik küreselleşme dalgaları ile yatırım, ticaret ve finans alanlarındaki liberalizasyon baskıları altında sistemik sosyo-ekonomik değişim sancıları yaşayan Avrupa’nın bu hızlı genişleme sürecinde stratejik tercihlerini net olarak ortaya koyması gerekiyor. Bunun temelinde de savaş sonrası dönemde istikrar ve yeniden yapılanma odaklı olarak kurumsallaşan ve 1950 ile 1960’lardaki güçlü büyümenin çekirdeğini ve refah devletlerinin meşruiyet temelini oluşturan “sosyal ortaklık modeli”nin, Avrupa’nın küresel rekabet gücünü frenleyen bir yük ve problem kaynağı olarak görülmeye başlanması yatıyor.
Avrupa entegrasyon sürecinin varacağı nokta ve entegre bir aktör olarak AB’nin alacağı ekonomi-politik karakter üzerinde 1980’ler ve 1990’ların ilk yarısı boyunca neoliberal, neomerkantilist ve sosyal demokrat gruplar arasında devam eden mücadelenin, uluslararası ekonomi-politik konjonktürün de etkisiyle, neoliberaller lehine sonuçlandığı söylenebilir. Bölgesel korumacılık ekseninde lobi yapan gruplar ile geniş çaplı refah devletlerinin farklı sınıflar arasında ortaklık mantalitesiyle sürdürülmesini savunan çevreler, kamu politikalarını yönlendirme savaşında geri çekilme halinde. “Moral üstünlük”, tedricen küresel ekonomik sistem içinde baş aktör olmayı hedefleyen AB’nin rakiplerinden geride kalmaması için piyasa disiplini ve etkin sermaye birikimini önceleyen neoliberal politikalara odaklanmasını salık veren çevrelere kayıyor. Akademik, siyasi ve iş çevrelerinin etkin olarak taşıdığı neoliberal ajanda, piyasa dostu politikaların hızla hayata geçirilmesi ve bu bağlamda Avrupa’daki kapsamlı sosyal güvenlik sistemlerinin daraltılmasını, küresel ekonomik rekabette yer almanın olmazsa olmaz koşulu olarak sunmakta gayet başarılı. Bu başarı siyasi alandaki önemli değişiklikleri de tetikliyor.
Bu bağlamda önemli bir zemin kayması, İngiltere’deki İşçi Partisi gibi kimi sosyal demokrat hareketlerin Avrupa sosyal modelinin dayandığı prensiplerle arasına mesafe koyarak neoliberal reformun öncülüğüne girişmesiydi. İngiltere’nin önayak olmasıyla 2000 yılında kabul edilen ve AB’nin gelecek on yıldaki sosyo-ekonomik politika yörüngesinin temel itibarıyla neoliberal bir doğrultuya kaydırılmasını ifade eden “Lizbon Ajandası” bu anlamda bir mihenk taşı oldu. “AB’yi 2010 yılında dünyanın en rekabetçi, dinamik ve bilgiye dayalı ekonomisi yapma” hedefinin resmen gündeme alınması aslında büyüme, istihdam, AR-GE harcamaları gibi somut bazı ekonomik hedeflerin Avrupa çapında gerçekleştirilmesinden ziyade, birliğin ekonomik ve sosyal politika önceliklerinin gelecek dönemde alacağı biçim ile ilgili bir niyet ifadesini yansıtmaktaydı. Bu niyet ifadesinin, AB’nin lokomotif ekonomileri Almanya ve Fransa’nın sosyal ortaklık prensibine dayalı ulusal sistemlerini reforme etmekte yaşadıkları siyasi zorlukların zirveye ulaştığı bir dönemde ortaya konması da manidardı.
Refah devleti odaklı AB çevrelerine verilen mesajın özü şuydu: Avrupa’nın ABD, Çin ve Japonya gibi küresel rakiplerine nazaran yaşadığı durağanlık ya da ‘eurosklerosis’in başlıca kaynağı, kişisel girişimcilik kanallarını tıkayan sosyal güvenlik sistemleri ve işveren-işgücü-devlet üçgenine dayalı üçlü karar alma mekanizmalarının baskınlığıdır. Neoliberal politikalar ekseninde devletin rolünün kısıtlandığı Amerikan tarzı bir sosyo-ekonomik yapıya geçilmesi küresel rekabette etkin bir aktör olabilmek için kaçınılmazdır. Lizbon Ajandası’nın kabulü Tony Blair ve liberal sosyal demokrat çevrelerin Avrupa arenasında o dönemdeki en önemli zaferlerinden biri olarak kabul edilmiş olsa da, aradan geçen yedi yıl ve onca sosyo-politik badireden sonra AB’nin Lizbon hedeflerinden ve küresel ekonomi liderliğinden oldukça uzakta olduğunu görmek hiç de şaşırtıcı değil. Salt ekonomik rasyonalite ile siyasi yapının ve oturmuş sosyal kabullerin aynı hızda değişmesinin beklenemeyeceği gerçeği de bu vesile ile tekrar ortaya çıkmış oldu.
Neoliberal disiplin ile sosyal model arasında bocalayan AB’nin küresel ekonomideki konumu ile ilgili karşılaştırmalı bilgileri içeren önemli bir rapor Mart ayında Avrupa sanayi ve ticaret odalarını bir araya getiren en büyük platform olan Eurochambres tarafından açıklandı. Avrupa çapında neoliberal reform alanında son yılların en etkin baskı gruplarından biri olarak bilinen Eurochambres raporuna göre, AB’nin bugünkü gelir seviyesine ABD tarafından 1985’te; istihdam ve AR-GE harcamaları seviyesine 1978’de; çalışan başına verimlilik seviyesine 1989’da; internet kullanım oranına ise 2002’de ulaşılmıştı. AB ile ABD arasındaki ekonomik mesafenin birçok parametre bazında giderek açıldığına dikkat çekilen raporda, Lizbon’da belirlenen birincil ve ikincil hedeflere ulaşmanın Avrupa’nın halihazırdaki ekonomik performansıyla imkansız olduğu da vurgulanmakta. Bazı AB ülkelerinin büyüme, istihdam ve verimlilik gibi önemli göstergelerde sağladıkları iyileşmelere ve son iki yıldır süren olumlu ekonomik konjonktüre rağmen, 27 üyeye ulaşan AB’nin ABD’nin 2005’te gerçekleştirdiği gelir, istihdam, verimlilik ve AR-GE yatırım seviyelerini 2010 yılında dahi yakalamasının zor göründüğüne dikkat çekiliyor. Buna, Çin’de yüksek büyüme oranına ek olarak AR-GE yatırımlarının da AB düzeyini aşmak üzere olduğu bilgisi eklenerek durumun alarm verici boyutları sergileniyor.
Eurochambres raporunun teşhisleri çok da şaşırtıcı değil ve AB’nin uluslararası rekabetteki konumunu tasvir etme noktasında yerinde görünüyor. Ancak önerilen tedavi metotları söz konusu olduğunda aynı şeyleri söylemek kolay değil. Örneğin, rekabet gücünün arttırılması için etkin denetim ve yenilik (inovasyon) destekleri yanında “Avrupa Sosyal Modeli’nin Modernizasyonu” önerisinin sunulması, AB içindeki sosyo-ekonomik mevzi savaşlarının bütün hızıyla devam ettiğini ortaya koyuyor. Son tahlilde, küresel ekonomik rekabette başat aktör olmak ile Avrupa toplumunun sosyo-ekonomik standartları arasında kabul edilebilir bir denge kurmanın Avrupalı karar alıcıların bundan sonraki dönemde de başlıca gündem maddesini oluşturmaya devam edeceği söylenebilir.
Paylaş
Tavsiye Et