GEZGİN ya da yolcu lakaplı ‘televizyoncu’, köyün kadınlarını toplamış; ya yöresel bir yemek yaptırıyor ya da bir kına gecesinin ortasına dalmış. Gelinin duvağını açacak kadar pervasız, düğün adetlerini yapmacık şaşkınlık gösterileriyle aşağılayacak kadar cahil. Hem özel hayata saygısı yok, hem gezdiği yörelerle ilgili bilgisi. Folklorik bir program böyle olmamalı. “Bu çok rahatsız edici” diyor ve zaplıyorum.
Bir başka kanal. Bir başka gezi programı. Anadolu’da bir şehrin sokaklarında geziyor kamera. Bir zamanlar şehrin can damarı olan eski bir su yolunun bin yıllık tarihini anlatıyor sunucu, kendinden emin uzman sesiyle. Ardından yöredeki bir köy evinde gün doğumundan gün batımına değin gündelik hayatın farklı yüzlerini usta bir kamera gözünün ardından izliyoruz. Işık ayarı, çekimler çok mükemmel; sunucu saygılı, bilgili. Köylü kızlarıyla konuşurken mesafesi çok belirgin. O bir kültür kaşifi. Onun gözünden kültürel ve tarihî zenginliklerimizden haberdar oluyoruz. Anadolu, tarihi, kültürü ve folklorü ile fotoğraf karelerinde ve film şeritlerinde sabitlenip hem bize ulaşıyor, hem de geleceğe arşivleniyor.
Ama o da ne! Öğlen vakti yörenin geleneksel yemeğini pişiren genç kız ve gelinlerin üzerinde, belki sadece düğünlerde giyilen, belki de ninelerinin sandığında kalmış üç etekler, hotozlu başlıklar. Sanki geçmiş zamana itilmiş bir bugünü gösteriyor kamera bize. Evler, eşyalar, giysiler... Hepsi bir ‘folklorik’ kurgu çerçevesinde bugünden koparılmış ve buğulu bir ‘kültür’ atmosferinin nesnelerine dönüştürülmüş. Burada ve şimdiyi yaşayanlarla değil, orada ve geçmişi yaşayanlarla karşı karşıyayız.
Bir uçta magazinleştirme, diğer uçta ise kültürü adeta donduran ve yabancılaştıran bir müzeleştirme ameliyesi, hakimiyetini ilan etmiş vaziyette. Magazinleştirme hayatın her alanında. En alt seviyeden örneklerine rastlandığı için daha kolay tespit edilip eleştirilebiliyor. Oysa seçkinlik, entelektüel merak gibi saiklerle beslenen kültür ve folklor programlarındaki ‘müzeleştirme’ daha örtük bir durum arzediyor; kültürleri sunum açısından pek çok eleştirilebilecek özelliğe sahip olmasına rağmen.
Peki nedir ‘müzeleştirme’ ve kültürleri sunum açısından barındırdığı problemler nelerdir?
Müzeyi bir tarihî bilgiler deposu ve tarih bilinci sağlayan, insanlığın geçmişine ve geleceğine ışık tutan bir araç olarak düşünegeldiğimiz için, benim ‘müzeleştirme’ şeklinde olumsuz çağrışımları davet ettiğim bir kavramlaştırmanın pek anlamlı görünmediğini biliyorum. Oysa müze ve koleksiyonun, bu bahsettiklerimizin yanı sıra bir de ideolojik ve kurumsal boyutu var. Kültürel miras denilen ve gerek müzelerde sergilenen, gerekse benim söz konusu ettiğim gezi programları ve dergiler aracılığıyla sunulan objeler ve görüntüler topluluğu, aynı zamanda kimliği, zamanı ve dolayısıyla bugünü kuran bir işleve de sahiptir ve dünyaya belli bir bakışın ürünüdür.
Müzeler, yani koleksiyon, kozmosu temsil düşüncesine yaslanır ve Aydınlanma zihniyetinin, dünyayı anlama ve tanıma; zamanı ve tarihi bir düzene sokma çabasına bağlanabilir. Bir sistematik içinde koleksiyon oluşturmak ve müze, tek bir çizgide ilerleyen bir zaman kavramını esas alır ve tarihi böyle bir zaman anlayışı üzerinden yorumlama ve anlama çabasının bir sonucudur. Yani aslında koleksiyon ve müze, belirli bir zaman ve mekandaki insanın, kendisini tarihin merkezine yerleştirerek evrenselleştirici bir bakış açısından geçmişi sınıflaması ve kavramlaştırması anlamına gelir. Geçmişi, bugünün değer ve ölçüleri ile kavramış oluruz böylece. İzleyiciler olarak her şeyin ne kadar değişmiş, gelişmiş ve ‘ilerlemiş’ olduğunu görürüz. Başka bir ifadeyle koleksiyon objeleri, müzelerde bir tür zaman ölçer olarak yer alır.
Biz burada doğrudan koleksiyonlardan ve müzelerden bahsetmiyoruz; ama kültürel ve folklorik özelliklerin fotoğraf kareleri ve film şeritleri üzerinde biriktirilmesini de aynı mantıkla ele almak mümkün. Çünkü objeler ve kültürel, etnografik özellikler kamera aracılığıyla sunulurken, kullanılan mercek hemen hemen aynıdır. Konuyla ilgili birinci mesele bakış açısı, ikincisi ise sunumdur. Bilindiği gibi bu tür programların bakışında antropoloji hakimdir. Bu bakışla kültürler sunulmaya kalkıldığında, kameranın azizliğine uğranır ve kültür “yabancı bir ülke”ye dönüşür. Aslında zaman içinde ilerleyen bir gelişim sürecine inanan ve kronolojiler, tipolojiler geliştirerek kültürleri “yabancı bir ülke”ye dönüştüren, arkeolojidir (D. Lowenthal, The Past is a Foreign Country). Fakat aynı yaklaşım, antropoloji için de söz konusudur.
Bu tür programlarda çok sık karşılaşılan bir örnek üzerinden konuyu daha net kavramak mümkün. Mesela gözleme pişirmek, bir Anadolu ailesi için vaka-i âdiyyedendir; oysa bu işlem bize adeta bir ritüel gibi sunulur. Çünkü gerek bu tür programlarda gerekse benzer gezi dergilerinde, anlatılan her ne olursa olsun önemli olan sergileniş tarzıdır. Bir kez sergilenmeye görsün, kültürler, adetler bağlamından kopar. Egzotik ve yabancı bir şeye dönüşür.
James Clifford’a göre, bizzat kültürel tanımlamanın kendisi, insan grupları, kurumları ve uygulamalarına seçicilik ve ‘inandırıcılık’ kazandıran bir tür koleksiyonculuktur. Toplamak, tanımlamak ve sergilemek, Batılı kimliği oluşturan temel yöntemlerdendir. Bu yaklaşımın en bariz uygulamalarını 19. yüzyıl sonlarında yoğunlaşan dünya sergilerinde görmek mümkündür. Bu sergiler, Batılı insanın ilerlemiş olduğunu göstermek üzere “dünyanın geri kalanı”nın egzotik bir çeşitlilik olarak sunulduğu mekanlardı. Spivak’tan ödünç alarak ifade edecek olursak, “dünyanın dünyalaştırıldığı” bir süreç işliyordu bu sergilerde.
Bu süreç, kültürleri, doğayı fotoğraflayan yayınlarda da kendisini gösterir. Mesela National Geographic dergisi, büyük doğa tarihi müzeleri gibi Afrika, Asya ve Güney Amerika’ya ait görüntüleri, kendi tarihsel çerçevelerinden çıkarıp çağdaş Batılının zihnini meşgul eden konulara uygun bir şekilde sınıflar. Önemli olan anlatılan değil, farklı kültürlere ait görüntülerin toplanması ve sergilenmesi eylemidir. Baudrillard bu yaklaşımın, bütün ‘insanlığı’ sahiplenme, egzotik ve yabancı olana hükmetme imkanlarına sahip olunduğu izlenimini yarattığından bahseder. Aslında sömürgeciliği meşrulaştıran da bu sahiplenme iddiası değil midir?
Tekrar ekrandaki örneğe dönecek olursak, “gezelim-görelim” formatındaki programlar ya magazin diline mahkum oluyor ya da seçkin bir kültür programı olma adına antropolojinin diline. Birinde yakınlaştırarak tüketme var, diğerinde ise uzaklaştırarak yabancılaştırma. Küresel köye dönen dünyada, hep başkalarının hayatlarını servis eden yayın akışına karşı, adına ‘kültürel’, ‘folklorik’ ya da ‘etnografik’ demesek de kendi yapış ve yaşayış tarzımızı ortaya koyan, bizi bize hatırlatan yayınlara ihtiyacımız var elbette. Ama yakınlaştırarak tüketen magazin dili ya da uzaklaştırarak yabancılaştıran antropolojinin diline mahkum olmaktan başka seçeneğimiz yok mu? Bunun üzerinde düşünmeliyiz.
Paylaş
Tavsiye Et