ON İKİ “Kuzey Atlantik” ülkesini bir araya getiren Kuzey Atlantik Paktı Örgütü (NATO), 4 Nisan 1949’da kuruldu. SSCB’nin 24 Haziran 1948’de başlattığı Berlin Blokajı’na bir cevaptı bu. Daha geniş anlamdaysa, Soğuk Savaş dönemindeki temel Batılı askerî yapı idi. Dolayısıyla, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle NATO’nun ortadan kalkacağı geliyordu insanın aklına. Fakat, ortadan kalkmak şöyle dursun, Soğuk Savaş sırasında NATO’nun başlıca hasmı olan Varşova Paktı üyesi ülkeleri de içine alarak genişledi.
Niçin böyle oldu acaba? Hangi maksada hizmet ediyor NATO? Ne yapması isteniyor? Cevap, soruyu kime sorduğunuza bağlıdır. NATO’nun bir yapı olarak devamında başlıca dört oyuncu vardır: ABD, Soğuk Savaş dönemi NATO üyesi devletler (1952’de sayıları 15’ti), Doğu ve Orta Avrupa’daki yeni ve muhtemel üyeler ve Rusya. Her bir oyuncunun farklı bir perspektifi ve farklı motivasyonları vardır.
Batı Avrupa devletlerinden başlayalım. NATO kurulduğu zaman, Sovyetler Birliği kaynaklı potansiyel bir askerî tehdide karşı Batı Avrupa devletlerince askerî bir kalkan olarak görülüyordu. Amerikan askerlerinin Avrupa’da bulundurulmasını ve bir saldırı karşısında, hatta Berlin Blokajı gibi askerî bir tedbir karşısında kendilerine hemen katılmasını teminat altına almanın bir yolu sayıyorlardı bu ülkeler NATO’yu. Kuşkusuz bütün bu ülkelerde NATO’ya hasım veya en azından gönülsüz kişi ve hareketler de vardı: Komünist partiler, pasifist hareketler ve diğerleri. Ancak, bu ülkelerdeki nüfusun büyük kısmının NATO’yu güçlü biçimde desteklediğini söyleyebiliriz.
Bazı şikayetler vardı elbette. Sömürgeleri olan ülkelerin hükümetleri, NATO’nun bu sömürge alanlarını da içerecek şekilde genişletilmesi gereğini hissediyorlardı. Fakat ABD bunu kategorik olarak reddetti; Avrupa devletlerinin ulusal kurtuluş hareketleriyle mücadelesinde kendi asker ve hatta siyasî desteğinin kullanılmasını istemedi. NATO kesin biçimde Avrupa/Kuzey Atlantik bölgesi çatışmalarıyla sınırlı olarak tanımlandı. Bütün bu zaman boyunca, ABD, NATO kuvvetlerine Amerikalı bir subayın kumanda etmesinde ısrarlı oldu; Avrupalılar ise bunu hem makul gördükleri, hem de ABD’nin pakta taahhüdünün garantisi saydıkları için kabul ettiler.
Batı Avrupa ekonomik ve askerî bakımdan güçlenip Avrupa Birliği’ni inşa etmeye başlayınca, bir Avrupa ordusu fikri ciddi biçimde tartışılmaya başlandı. Fransa ile Almanya 1987’de bu gayeye yoğunlaştılar. ABD ise bu fikre çok soğuk bakıyordu. Alenen karşı çıkmasa da, bu fikri yavaşlatmak ve/veya sabote etmek için elinden geleni yaptı. Ve ortaya çıkacak herhangi bir Batı Avrupa kuvvetinin bir şekilde NATO ile “bütünleştirilmesi” gerektiğini yüksek sesle dillendirdi. Ne var ki, Varşova Paktı’nın ve ardından 1991 yılında bizzat Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle bir Avrupa ordusu kurma çabaları hız kazandı.
Bağımsız bir Avrupa ordusunun ortaya çıkmamasını sağlamak amacıyla ABD iki önleme odaklandı. Biri, NATO içinde Avrupa kuvvetleri için bir rol geliştirmekti: Diyelim ki savaş (ABD tarafından pek tabii) kazanıldıktan sonra, Avrupalılar “barışı koruyan” kuvvet olacaklardı. Bu konsept Bosna’da, Kosova’da uygulandı ve şimdi bir ölçüde Afganistan’da uygulanıyor. Avrupalılar böylece kirli, nahoş ve uzun vadede önemsiz olan “temizlik” işiyle görevlendiriliyor, ABD kendi kamuoyu nezdinde siyaseten sevimsiz gözükmekten kurtuluyordu.
Ve NATO “genişletilecek”ti. Niçin önemliydi bu? İttifak kime karşı silahlanıyordu şimdi? Doğu/Orta Avrupa devletlerinin NATO’ya dahil edilmesi iki işin üstesinden gelmek için tasarlandı. Genişleme, Batı Avrupalıların Rusya ile herhangi bir siyasî/askerî güç birliğini, imkansız demesek bile, çok zor hale getirecekti. ABD’nin başlıca jeopolitik kabusudur bu. Diğer kabustan, Çin’in gün geçtikçe artan kudretinden daha acildir bu kabus.
İkinci amaç, Orta Avrupa’dan sadık Amerikancı unsurları Avrupa Birliği’nin karar verici yapılarına sokmak suretiyle Batı Avrupa’nın politik-kültürel birliğini zorlaştırmaktı. NATO bir kez genişledi mi, Avrupa Birliği de hemen “genişlemek” zorunda kalıyordu, aşağı yukarı aynı tarzda. Böyle bir genişleme sadece Avrupa’nın güçlü bir politik merkez inşa etme kabiliyetini muazzam derecede karmaşıklaştırmakla kalmayacak, (ABD’nin değil) Batı Avrupa’nın kaynaklarını Doğu/Orta Avrupa’nın ekonomik durumunun iyileştirilmesine yönlendireceği için, birliği ekonomik bakımdan zayıflatacaktı.
Doğu/Orta Avrupalılar tabiatıyla kendilerine biçilen rolden memnunlar. “Avrupa”nın parçası olmak ve Batı Avrupalılara kültürel bakımdan eşit sayılmak istiyorlar. Fakat Amerikan dünyasının parçası olmayı, bir dünya cenneti ve bir anti-Rusya olarak gördükleri ABD’yle hangi yolla olursa olsun bağlantılı olmayı daha çok arzu ediyorlar. Rusya’nın herhangi bir Avrupa yapısına dahil edilmesi, isteyebilecekleri en son şeydir.
Tabii ki Ruslar bütün bunların farkındadır. Önce NATO genişlemesini tehditler savurarak durdurmaya çalıştılar. Fakat tehditler fos çıktı ve kimseyi etkilemedi; ABD ise hiç oralı olmadı. Hal böyle olunca, durumu en iyi NATO içinden kontrol edebileceklerini tahminle, Ruslar arka kapıya yanaştılar. Sonuçta Rusya’yı yarı NATO üyesi yapacak özel bir düzenleme yapıldı.
Olan bitene dair iki soru var. Batı Avrupalılar bunun meydana gelmesine niçin izin verdiler? Ve, ABD gerçekte neyin peşinde? Birinci soruyu cevaplandırmak ikinciden daha zor. Batı Avrupalılara dair cevabın birkaç ögesi var. ABD’ye “medyunu şükran” olan ve bu minnettarlığın bedelini ödemeleri gerektiğini düşünen (tabiatıyla yüksek siyaset mahfillerinde ağırlıklı biçimde temsil edilmekte olan) yaşlı bir nesil var. Ayrıca, Avrupa’nın gayri medeni ulusların taleplerine karşı ABD’-nin yanında yer alması gerektiğini düşünen başka Avrupalılar da var.
Fakat daha önemlisi şudur ki; Avrupalılar, bu kendini dayatan jeopolitik mülahazaların ötesinde, politik birliği nereye kadar ve hangi hızla sürdürmek istediklerinden emin değiller. Binaenaleyh, Rusya’yı Avrupa evine ne denli ve hangi hızla çekmek istediklerinden de emin değiller. Avrupa kendini görece birleşmiş bir politik ve ekonomik kuvvet olarak dünya sahnesine sürmüş olsaydı, elbette hem Avrupa’nın askerî kudretine yapacağı katkı açısından, hem de Avrupa iç pazarının anahtar bir ögesi olarak Rusya’ya ihtiyaç duyardı.
ABD’ye gelince; bütün bunlardan sonra tuhaf olan şu ki, NATO’ya en az ihtiyaç duyan ve onu en az isteyen ABD’dir. NATO’yu esas olarak Batı Avrupa’nın kendini ABD nüfuzundan/kontrolünden uzak tutmamasını sağlamak için istiyor. Fakat NATO’yu askerî bakımdan istemiyor. ABD’nin 11 Eylül sonrası tepkisi bunu apaçık kıldı. 13 Eylül günü, Lord Robertson NATO adına ve daha önce hiç başvurulmamış 5. madde tahtında tam askerî destek teklif etti. Bu teklif sessizce reddedildi. ABD, NATO’yu askerî bir engel olarak görüyor. NATO bayrağı altında gerçekleştirilen Kosova’daki muharebede, Amerikan ordusu askerî kararları diğer NATO üyelerine onaylatmak zorunda kalmıştı. Bu, ABD’nin hoş karşılamadığı ve tekrarını istemediği bir kısıtlamaydı. ABD, NATO’ya ihtiyaç duymadığına ve dünyanın askerî meselelerini tek başına halledebileceğine derinden inanmaktadır. Avrupalılar sadece lojistik destek vermeli ve barışı korumayla yetinmeliler.
Günümüzde garip olan şey şu ki, NATO’nun gücünü ve belki de bizzat varlığını zayıflatma hususunda en fazla çaba harcayan ülke ABD’dir.
Paylaş
Tavsiye Et