Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2004) > Toplum > Bir başka İstanbullu
Toplum
Bir başka İstanbullu
Hüseyin Durukan
1998 YILI Eylül ayının bir cumartesi günü, yazdan kalma ılık bir öğle sonrasında Mustafa Kutlu, İsmail Kara ve Orhan Okay Hoca ile birlikte Edirnekapı Mihrimah Sultan’dan başlayıp, Fevzi Paşa Caddesi’ne çıkan ve Vefa Stadı’nın bitişiğinden Balat’a ayrılan cadde boyunca Hoca’nın doğduğu ve çocukluğunun geçtiği semti birkaç saatliğine dolaşmıştık. Hoca’nın çocukluğunun geçtiği yerler bizzat kendisinin tanıyamayacağı derecede değişmişti. Kuzu otlatılan kırlık tepeleri, Bizans zamanından kalma ot bitmiş istinat duvarlarını, girdili çıktılı mağaraları, gayrimüslim cemaatlerin bir mozaik oluşturduğu semtte kutlanılan cümbüşlü bayramları, Bizans kalıntıları olan surun etrafındaki marul ve bakla bahçelerini, nefis, pembe kokulu çilek tarlalarını, Çarşamba Karakolu’nun hemen yanı başında amcasının polislerden uğrun uğrun yeğenine Kur’an okuttuğu helvacı dükkanını, şimdi futbol sahası olan Vefa Sarnıcı’nı, hemen ötede Eyüp’e doğru başlayan parmak, pembe çavuş ve rezaki üzümlerinin yetiştiği üzüm bağlarını... bulamayacağımızı bile bile arayıp durmuştuk. Hepsi de, bir insanın yaşadığı ömrün üçte ikisi kadar bir zaman diliminde, yarım asır içinde yok olup gitmişti.
Bir Başka İstanbul, Orhan Okay’ın, günlük bir gazetede yaklaşık son on yıldır her ayın ilk pazar günü kaleme aldığı İstanbul’la ilgili hatırat yazılarından meydana geliyor. Kitabı okurken satır aralarında İstanbul’un yarım asır öncesine ait fotoğraflarını seyrediyoruz. Köşeleri baka baka eprimiş, siyah-beyaz, sarıya çalan onlarca fotoğraf... Ya da yaşadığımız karmaşık hayatta bir karşılığı olmayan, ‘ol saltanatın yerinde yeller esen’ nostaljik görüntüler…
Kitabın ilk sayfalarında Hoca’nın “Sanki her rejim değişikliği bu nadide şehri yok etmek için planlanmış gibi; 1908’den, 1923’ten, 1950’den, 1960’tan… sonra kademe kademe İstanbul’a kıyıldı” tespiti önemli. Geçmiş(imiz)in öcü, tarih ve kültürümüzün bir yansıması olan, sabah-akşam geçtiğimiz yerlerden alındı.
Dedeleri Kafkaslar’dan gelmesine rağmen doğma-büyüme İstanbullu olan, Beşir Ayvazoğlu’nun, Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sından mülhem deyişiyle, “İstanbullu Hoca”nın yazılarında biraz da, her yıl yazları birkaç ay uğranılan payitahttan 35 yıl uzak kalmanın büyüttüğü bir özlemin yumaklandığını görüyorsunuz. Bu kadar yıl aradan sonra Hoca İstanbul’a temelli döndüğünde kendisini Afrika’da anlatılan bir masal kahramanı Unkama’ya benzetir. Canavarların peşine takılıp giden ve kendisini tanımadığı bir kasabada bulan, sonunda memleketine tekrar dönen, ancak döndüğünde doğup büyüdüğü yerleri tanımakta güçlük çeken bir masal kahramanı Unkama’ya.
Dışarıdan İstanbul’a gelmekten daha zordur kuşkusuz, doğma büyüme bir İstanbullunun yaşadığı şehri muvakkaten de olsa terk etmesi. Kabul etmek gerekir ki ‘Bezm-i cân’da onun kaderine Anadolu’nun doğu köşesi (Erzurum) düşmüştü. Kim bilir, belki de doğup büyüdüğü şehri ‘içeriden bir kişinin’ bize böylesine güzel tanıtması ve öylesine güzel anlatması içindi bu ayrılık. Kader şairi Hoca’ya:
Merkezle âşinâ ol etme muhîte rağbet
Müstağrak-ı hakîkat meyl-i kenarı neyler
dememişti anlaşılan.
 
 
‘Bir Başka İstanbul’ üzerine M. Orhan Okay’la...
Bir mısraını ilk sayfaya, ikinci mısraını da son sayfaya aldığınız Ziya Paşa’nın ünlü ‘Seyretti hava üzre…’ diye başlayan beyti aslında kitabı özetler niteliktedir. Gerçekten de ol saltanatın yerinde tanınmayacak kadar mı yeller esiyor?
Mademki şiirle başladık, “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır” mısraını da hatırlamalıyız. “Tanınmayacak kadar” sözünde şüphesiz biraz mübalağa var. Dünya değişiyor. Gelişmekte olan teknikle, belki buna bağlı olarak nüfus kitlelerinin yer değiştirmesiyle şehirler de değişiyor. Dünyanın hemen bütün şehirleri az-çok bu değişimden nasibini aldı ve almaya devam ediyor. Bunun İstanbul’u da içine alması kadar tabii bir şey olamaz. Ancak İstanbul, emsalleri olan tarihî ve tabii dokusu zengin şehirlerin hiçbirinin uğramadığı kadar değişmeye, daha doğrusu bozulmaya, özelliklerini kaybetmeye maruz kaldı. Dünyada hangi şehrin nüfusu bir nesilde on beş-yirmi katına yükseldi? Hangi şehrin nüfusu o ülke nüfusunun yirmide biri iken, yarım asır sonra dörtte birine ulaştı. Bütün tarihî şehirler birer müze gibi korunurken hangisi İstanbul gibi evini, sokaklarını, mimârî abidelerini; coğrafyasını ve topografyasını bozacak kadar tabiatını kaybetti? Bereket versin deniz, özellikle Boğaz, hiç değilse tabiatı koruyucu önemli bir faktör olarak yerinde duruyor. Onun için zaman zaman diyorum ki, bütün gayretlere rağmen İstanbul hâlâ güzel.
Yarım asırlık dönemde İstanbul’daki değişikliğe tanık olanlar daha çok bu değişikliğin fizikî yönü üzerinde duruyor. Bu zaman zarfında, insanların kendi aralarındaki ilişkilerinde nasıl bir değişim oldu?
Şüphesiz ilişkiler de değişti. Çünkü insan değişti. İstanbul’a yakın ve uzak çevreden çok eski tarihlerden beri, Fetih’ten beri her zaman göç olmuştur. Ama bu göç, yüzyıllar boyunca “İstanbullu olmak, İstanbul hemşehrisi olmak” diyebileceğimiz dil, davranış, başka insanlarla ilişkiler, komşuluk; belki tek bir kavramla şehirli kültürünü, İstanbulluluk kültürünü değiştiremedi, bozamadı. Büyük göllere akan sular gibi zamanla o gölün aslî suyuna karıştı. Çünkü bir nesilde gelen göç, mevcut nüfusun onda biri bile değildi. Böylece tedricî bir gelişmeyle, yeni gelenler etrafına bakıp bir süre sonra İstanbullu gibi davranmaya, konuşmaya gayret ettiler. Onların çocukları ise artık tamamen İstanbullu olmuş oldular. Yoksa hiçbirimiz ezelî İstanbullu değiliz. İşte Fetih’ten beri ya beş yüz yıllık, ya yirmi-otuz yıllık İstanbulluyuz. Ama gelen nüfus bir anda mevcudun birkaç katına fırlarsa, bu insanlar örnek alınacak şehirliyi göremez olurlar. Geldikleri bölgenin kültürlerini de kaybederek şimdiki gibi her köşesi ayrı bir kasaba, ayrı bir köy, hatta o kasaba ve köy olmanın bütün güzel taraflarını da kaybetmiş hantal bir yirmi milyonluk kitlenin barındığı bir “yerleşim bölgesi” olur. Tanıdığına-tanımadığına yardım etme, hatır sorma, saygı gösterme, nezaket; eşyaya, hayvana bile rıfk ve rikkat gösterme nerede? Bütün bunların yerini şimdi sabahtan akşama kadar bir itiş kakış, asık suratlar, bağırarak konuşmalar, müzik denilen gürültü, acayip bir kazanç peşinde koşuşturma aldı.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Hüseyin Durukan