ARAFAT’IN Ramallah’a defni esnasında ortaya çıkan görüntüler İsrail’in yıllardır sürdürdüğü terör eylemlerinin mağduru olan acılı Filistin halkının hissiyatını son derece etkin bir şekilde dünyaya gösterdi. Bugünlerde ise dünya medyası Arafat sonrası dönemde Filistin sorununun nasıl bir şekil alacağı konusunu tartışıyor. Bu konuyla ilgili makul bir öngörüde bulunmak için dört temel boyuta vurgu yapmak gerekiyor. Birinci boyut İslam ülkelerinin soruna yönelik tavırlarının ne olacağı, ikincisi ABD ve İsrail’in soruna ilişkin yaklaşımları, üçüncüsü Filistin’de Arafat sonrasında oluşan siyasi boşluğun doldurulması meselesi, dördüncü ve son boyut ise AB’nin tavrıdır.
İslam ülkeleri boyutundan bakıldığında; Mısır’da düzenlenen cenaze töreninde Müslüman liderlerin hazır bulunmaları ve yaptıkları açıklamalar, İslam ülkelerinin Arafat sonrası dönemde Filistin davasına yönelik seremonik tavırlarında ciddi bir değişiklik olmayacağını gösteriyor. Filistin davasına pasif destek veren İslam ülkelerinin bu söylem düzeyindeki desteklerini sürdürmekle birlikte, sorunun çözümüne yönelik herhangi bir açılım getirmekten uzak konumlarını devam ettireceklerini söylemek mümkün.
Arafat’ı sağlığında devre dışı bırakan ABD ve İsrail’in yaptıkları açıklamalara bakılırsa, Arafat’ın yerine kendi tezlerini benimsetebilecekleri bir lideri Filistin’de başa getirmeyi planladıkları görülüyor. Özellikle Bush’un, Arafat’ın defnedildiği 12 Kasım’da yaptığı açıklama bu kanıyı güçlendiriyor. Filistinlilerin demokratik yollardan başkanlarını seçeceklerini ve bu seçimlerin başarısı için ABD yönetimi olarak ellerinden geleni yapacaklarını belirten Bush, hemen ardından “terörizme karşı savaşacak ve demokratik reformlarda kararlı bir Filistin liderliğiyle çalışmayı sabırsızlıkla bekliyoruz” ifadesini eklemeyi ihmal etmedi. Bu ifadeyi tersten şu şekilde okumak mümkün: Yeni lider Filistin halkı tarafından seçilse de, Bush’un gerçek anlamlarından kopararak yeni anlamlar yüklediği, ‘terörizm’ ve ‘demokrasi’ konusunda Amerika ile aynı fikirleri paylaşmaması durumunda Amerika tarafından dikkate alınmayacaktır. Kısacası yeni lider ya Amerika’nın isteklerini yerine getiren biri olacaktır ya da 2000 yılı Haziran’ından vefatına kadar olan dönemdeki Arafat gibi siyasî açıdan felçli bir lider haline gelecektir. Ancak Amerika’nın planlarının başarıya ulaşma şansı Filistin’in kendine özgü şartları dikkate alındığında, pek mümkün görünmüyor. Zira böyle bir liderin toplumsal meşruiyetten yoksun olacağı ve Filistinliler nezdinde davaya ihanet eden biri olarak görüleceği açık. Diğer taraftan, böyle birisi bulunsa dahi, bu liderin Arafat’ın bile arkasındaki meşruiyete rağmen taviz veremediği birçok konuda eli kolu bağlı bir lider olması kaçınılmazdır. Burada önemli olan nokta, ABD ve İsrail’in Filistin sorununda kalıcı bir çözüm ile mevcut durumun daha da kötüleşerek devam etmesi arasında yapacakları tercihtir. Eğer birincisi tercih edilecekse ABD ve İsrail, Filistin halkının güvenini kazanmış, toplumsal meşruiyete sahip ve demokratik mekanizmalarla seçilen bir lideri müzakere masasında kabul etmek zorundadır; yok eğer ikinci seçeneği tercih ederlerse, ki mevcut göstergelerden bunu anlıyoruz, bölgede yaşanan dram daha da derinleşecek; güvenlik meselesi yine bölgenin baş gündeminde yer alacaktır.
AB’nin rolüne gelince; AB’nin Arafat döneminde sergilediği tavırdan radikal bir sapmanın olması pek mümkün görünmüyor. Arafat AB’yi Amerika karşısında dengeleyici bir güç olarak kullanmaktaydı. AB’nin kendisi de Amerika’ya karşı bu rolü benimsediğini Orta Doğu barış sürecini Avrupa’da başlatarak göstermişti. Fakat bu misyon, Avrupa’nın mevcut uluslararası gücünün de bir göstergesi olarak başarıya ulaşmadı. İsveç hariç AB üyesi ülkeler ve kurumsal olarak AB, Arafat’ın cenaze töreninde bakanlık düzeyinde temsil edildi. Ayrıca gerek tek tek üye devletler tarafından yapılan açıklamalar, gerekse kurumsal olarak AB yetkililerinin açıklamaları sağduyuya, kalıcı barışa vurgu yapsa da, AB’nin Filistin sorununda kullandığı zayıf üslup, AB politikalarında herhangi ciddi bir değişikliğin mümkün olmayacağını gösteriyor. Fakat yine de AB’den bu yönde bir beklenti içinde olmak ve bunun için çaba sarf etmek uzun dönemde sorunun çözümü açısından önem taşımaktadır.
Sorunun merkezi olan Filistin boyutundan bakıldığında, Arafat sonrası ortaya çıkan siyasî boşluğun nasıl doldurulacağı sorusu bir muamma olarak karşımızda durmakta. Filistin davasının bugüne kadarki en önemli ismi olan Arafat’ın vefatının Filistin’de siyasî bir travmaya sebep olacağı konusunda birçok yazar ve akademisyen hemfikir. Burada önemli olan nokta bu travmanın boyutunun ne olacağı meselesidir. Geçici hükümetin ve 9 Ocak 2005 yılında yapılacağı duyurulan seçimler sonucu ortaya çıkacak olan yeni liderin göstereceği performans önemli. Seçilecek liderin Filistin davasına sadakati ve Filistin’deki farklı grupların (Hamas, İslamî Cihad vb.) desteğini alması Filistin’in istikrarı açısından büyük önem arz ediyor. Meşruiyetini halktan alacak bir lider, Arafat kadar olmasa da, Filistin’de siyasî birliği sağlama başarısı gösterebilir.
En az bu dört unsur kadar dikkate alınması gereken diğer bir husus da seçim sürecinin ve onun akabinde başlayacak olan siyasî sürecin bir manipülasyona maruz kalma ihtimalidir. Nitekim el-Fetih tarafından resmen devlet başkanlığı için aday gösterilen Mahmud Abbas’ın Arafat için kurulan taziye çadırına gelişinde bir grubun Abbas’ı protesto için havaya ateş açması ve korumaların bunlara karşılık vermesi sonucu iki kişinin yaralanması Filistin’de bu tür manipülasyonların olabileceğinin bir göstergesiydi. Kendi kendilerine kalmaları durumunda bir bütün olabilecekleri yönünde güçlü işaretler veren Filistin yöneticileri ve halkının, bu birlikteliği engelleyerek, birbirine düşmüş bir Filistin’den yararlanmayı isteyenlerin tuzaklarına düşmemeleri gerekiyor.
Sonuç olarak, Arafat sonrası Filistin’de Amerika ve İsrail’in istediği türden bir liderin siyasî manevra alanı çok kısıtlı olacaktır. Kendi halkından destek alamayan bir liderin başarı şansı yok denecek kadar azdır. Esasında seçim sürecinin sona ermesi ve yeni bir liderin ortaya çıkmasıyla ABD ve İsrail, sorunun bizatihi Arafat’tan kaynaklanmadığını, onun yerine kim gelirse gelsin Filistin halkının haklı davalarından taviz vermeyeceğini anlayacaktır. Tam da bu noktada ABD ve İsrail’i bir tercih beklemektedir: Bu durumun Filistin’in değişmez bir gerçeği olduğunu kabul edip yeni liderle birlikte hakkaniyet ölçülerinde kurulacak bir Filistin devletinin yolunu açmak ya da mevcut tutumlarını değiştirmeyerek bölgeyi daha da dramatik bir savaşa sürükleyip bütün dünyayı şiddet dalgası içine çekmek. Temennimiz, başta Türkiye olmak üzere İslam ülkelerinin ve AB’nin bu süreçte daha etkili olarak Filistin halkını Şaron ve Bush politikalarına teslim etmemeleridir.
Paylaş
Tavsiye Et